23 Eylül 2014 Salı

New York’ta Halkın İklim Yürüyüşü

Yaklaşık bir hafta süren bir çabanın ardından, bulunduğum Worcester’dan New York’a, “Halkın İklim Yürüyüşü”ne katılmak üzere hareket eden bir otobüs yakalamayı başardım. Toplu ulaşım altyapısının son derece zayıf olduğu bir ülkede yüz binlerce insanı günübirlik oradan oraya taşımak başlı başına bir organizasyon gerektiriyor. Amerikalılar, mevcut ulaşım imkanları yeterli olmadığından, otobüs, tren, karavan, otomobil paylaşımı gibi her türlü yola başvurdular New York’a ulaşmak için. Ülkenin batısından yola çıkan bir tren, bir grup iklim aktivistiyle birlikte günlerdir yoldaydı ve uğradığı duraklarda eğitim düzenliyor, halkın iklim değişikliği hakkındaki görüşlerini alıyordu. Yürüyüşün hazırlıkları aylar önce başlamış, 1500’ün üzerinde taban hareketi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı sağlanmıştı. Zamana yayılan, planlı bir çalışmanın ürünü olan bu eylem için yürüyüş öncesinde 200 bin kişinin katılımı beklenirken, gösteri sonrası tespit edilen rakamlar 300 ila 400 bin kişinin katıldığını gösteriyor. Kuşkusuz, tarihin en geniş katılımlı iklim ve çevre eylemine tanık olduk. Uzun yıllara yayılan bilgilendirme ve eğitim çalışmaları halkın devlet yönetimine ve anonim şirketlere karşı öfkesiyle birleşti. Aylarca önce başlayan lojistik çalışmalar yetersiz kaldı, otobüsleri ve trenleri erken rezerve edip dolduran insanların umudu ve enerjisinden güç alan pek çok Amerikalı da bu eyleme katıldı. Ön çalışma kendiliğindenlikle birleşti ve görkemli bir buluşma yaşandı.

22 Eylül 2014 Pazartesi

23 Eylül, BM New York İklim Zirvesi’nin Anlamı

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC, 1992) ve üçüncü taraflar Konferansı (Kyoto, 1997), küresel yönetim tarihinde görülmemiş derecede ileri bir adımdı. UNFCCC ile birlikte iklim değişikliği, uluslararası sistemin ve bunun etkisinde şekillenen ulusal ekonomik kararların önemli bir belirleyeni oldu. İklim değişikliğini göğüslemek fosil yakıtlara dayalı mevcut altyapının aşamalı tasfiyesini, yenilenebilir enerji teknolojilerine dayalı yeni bir altyapının inşasını, üretken ekosistemlerin korunması adına belirli kalkınma projelerinden feragat edilmesini, üstelik değişen iklim koşullarına karşı uyum önlemlerinin alınmasını gerektirdiği için elbette masraflıydı. UNFCCC bu yükün paylaşılmasında sorumluluk ve kapasiteye dayalı ilerici bir prensip getirdi. Buna göre ülkeler bu yükü problemin ortaya çıkışındaki sorumlulukları ve problemin çözümü için sahip oldukları kapasiteleri ölçüsünde paylaşacaklardı. Bu prensip gelişmiş ülkelere işaret ediyordu, fakat nasıl uygulamaya konacağı belirsizdi. Kyoto Protokolü buna basit bir çözüm geliştirdi. Ülkeleri zenginler (Ek B) ve yoksullar (Ek B dışı) olarak ikiye ayırdı ve yoksul ülkelere sera gazı salımı hususunda herhangi bir sınır getirmezken, gelişmiş ülkeleri 1990 yılı salımlarını baz alarak belirli indirimler taahhüt etmeye davet etti. Kısaca şunu söyleyerek Kyoto’yla ilgili kısmı geçelim: Pek çok şey oldu, ABD antlaşmayı imzalamayarak altını oydu, sınırla-al-sat gibi esneklik mekanizmaları yüzsüzce suistimal edildi. Fakat esas konu şu ki, Kyoto’nun geçerli olduğu (1997-2012) ve mükemmel uygulandığı bir dünyada sera gazı salımları 1990 yılı baz alındığında yaklaşık %25 artacaktı. Gerçek salım artışı %60 oranında seyretti.