Küresel iklim değişimine karşı mücadelede dünya kritik bir dönemece giriyor. Kyoto Protokol’ünün çok eleştirilen ve pek çokları tarafından, haklı olarak yetersiz görülen birinci taahhüt döneminin (2008-2012 yılları) ardından, sera gazı emisyonları nasıl bir uluslar arası anlaşma ile düzenlenecek? 3-14 Aralık tarihlerinde Bali’de düzenlenecek olan BM İklim Konferansı’nın (13. Taraflar Toplantısı) gündemi bu. Ve konuya aktivist bir pencereden yaklaşanlar açısından önemli soru: Türkiye bu tartışmalarda nasıl yer alacak, neyi savunacak?
Bu dönemecin dünya için neden gerçekten kritik olduğunu tekrar tekrar anlatmakta fayda var. Küresel iklim değişimiyle mücadele çok büyük sistemik gecikmeler içeriyor (bkz. Radikal 2, 11 Mart 2007 tarihli yazım). Yani, bugün doğru kararlar almamızın önündeki kurumsal ve ekonomik engeller bir tarafa, doğru kararlar aldığımızda dahi, bu kararların etkilerini ancak yıllar sonra görebileceğiz. Toplam yatırım portföyünü ekonominin enerji ve karbon yoğunluğunu (yani, enerji verimliliğini ve temizliğini) iyileştirecek şekilde yapılandırdığımızda, sistemdeki mevcut verimsiz ve kirli yatırım stokundan (yalıtımı zayıf, doğayla uyumsuz konutlar, akıldışı bir taşımacılık altyapısı, verimsiz imalat makineleri, termik santraller) bir anda kurtulamayacağız. Dahası, sera gazı salımı –umarız– azalırken, atmosferdeki birikim artmaya devam edecek. En nihayetinde, bir gün atmosferdeki birikimi durdurmayı başardığımızda, iklimler bir süre daha değişmeye devam edecek. Bu gerçekleri, 2006 sonunda yayımlanan İngiliz Hazinesi Stern Raporu’ndan alıntılarla, şöyle okumak mümkün: Şimdiden, istenmeyen boyutlarda iklim değişimi kapıda bekliyor, “bugün yapabildiklerimizin iklim üzerindeki etkileri önümüzdeki 40 ila 50 sene boyunca son derece sınırlı kalacak… diğer taraftan, gelecek 10 ila 20 sene içerisinde ne yaptığımız, bu yüzyılın ikinci yarısını ve önümüzdeki yüzyılı köklü bir şekilde etkileyecek.” [1]
İşte bu yüzden iklim değişimiyle mücadelede kritik bir dönemece giriliyor. Kyoto’nun birinci taahhüt dönemi sadece protokolün Ek B listesindeki gelişmiş ülkeler için bazı hedefler koydu. Fakat öncelikle, başta tüm dünya emisyonlarının yaklaşık %20’sinden sorumlu ABD’nin [2] ve onun önderliğinde Avustralya’nın protokolü tanımaması, elini taşın altına sokmak istemeyenlere bildiklerini okumaya devam etmeleri için yeşil ışık yaktı. İkincisi, çok sayıda gelişmekte olan ekonominin hiçbir taahhüt vermeden Kyoto sisteminde yer alması, Kyoto “temiz yatırım mekanizması”nın istismarına neden oldu. Yani, zengin oldukları ve Ek B’de yer aldıkları için indirim yapması gereken ülkeler, karşılığında geçerli uygun bir karbon muhasebesi olmaksızın, “ben istenen indirimi yapamıyorum, bunu sizin ülkenizde temiz enerji yatırımı yaparak telafi edeyim” deme hakkında sahip oldular. Bu, Kyoto’nun ortak uygulama ve emisyon ticareti gibi mekanizmalarını da temelden sorunlu hale getirdi: Örneğin, Avrupa çapında emisyon ticaretine yönelen Ek B ülkeleri, uygun bir toplam emisyon bütçesi üzerinden hareket edilmediği için, muhtemelen bol keseden emisyon kotası dağıtarak –sahte bolluk yaratarak– pazarın işlememesine, atmosferin gerisin geri bedava bir doğal kaynağa dönüşmesine neden oldular.
Kyoto 2008-2012’nin tek ciddi alternatifi, devamında herkesin kendi payı oranında elini taşın altına sokacağı küresel bir anlaşma. Çünkü ancak küresel ve zengin yoksul herkesin taahhüt altına girdiği bir anlaşmadan hareketle uzun vadeli toplam bir emisyon yörüngesi belirlenebilir. Retorik düzeyini aşan, günü değil gezegeni kurtaracak bir anlaşma için şu şekilde akıl yürütülmelidir: İklim sistemlerinde kabul edilebilir –kabul etmek zorunda olduğumuz- bir değişim için öngörülen (hedeflenen) sera gazı birikim seviyesi nedir? Buradan hareketle, birikim artışını hedeflenen birikim seviyesinde dengeleyebilmek için izlenmesi gereken küresel emisyon yörüngesi nedir? Son olarak, bu yörünge (emisyon bütçesi) ülkeler ve bölgeler arasında nasıl dağıtılmalıdır, yani Kyoto’nun ifadesiyle, “yük” nasıl paylaştırılmalıdır?
Peki, küresel bir adalet perspektifinden hareket etmeksizin böyle bir anlaşma tesis edilebilir mi? Sera gazı emisyonları ve zenginlik arasındaki tarihsel ilişkinin son derece aşikâr olduğu, emisyon indiriminin belirli maliyetler içerdiği bir dünyada bu imkânsız görünüyor (bkz. Radikal 2, 16 Eylül 2007 tarihli yazım). Çözümü için küresel bir adalet perspektifine ihtiyaç duyduğumuz bir açmazla karşı karşıyayız: Bugün artık mevcut büyük kirleticileri, yani zenginleri ihmal etmemiz halinde bile, gelişmekte olan ülkelerin fosil enerji kaynaklarına bağlı olarak büyüyebilecekleri bir atmosfer kalmamış durumda. Deniz kesinlikle bitti, hem de maalesef yeryüzündeki tüm fosil yakıt rezervleri tükenmeden çok daha önce. Diğer taraftan, gelişmekte olan ekonomilerin, büyümelerini engelleyeceğini düşündükleri bir anlaşmanın altına gönüllü bir imza atmaları da beklenemez.
O halde, 2012 dönemecine girdiğimiz şu günlerde küresel iklim ve küresel adalet hareketlerinin çağrı ve önerilerine kulak vermemiz gerekiyor. Önerilen yaklaşımlardan birincisi, “kişi başına emisyon hakları”na dayanıyor. Buna göre, yukarıda anlattığımız şekilde hesaplanan bir küresel emisyon yörüngesinin ülkeler ve bölgeler arasında “kişi başına hak” prensibiyle paylaştırılması gerekiyor. Mevcut durumda yeryüzünde kişi başına emisyonlar arasında muazzam bir uçurum bulunduğu için (ortalama bir ABD vatandaşı ve bir Hindistan vatandaşı arasında 5.61:0.34 ton-karbon/kişi/yıl yani, yaklaşık on altıya bir) bu farkın aşamalı olarak kapatılması öngörülüyor. “Kişi başı” adalet yaklaşımını temel alan “küçülme ve birleşme” ailesi için BGST Yayınları’ndan çıkan Ölümcül Sıcak iyi bir kaynak.[3] Diğer bir adalet yaklaşımı ise “sorumluluk ve kapasiteye” dayalı daha karmaşık bir paylaşım ailesi. Buna göre GSYH, İnsani Kalkınma İndeksi, tarihsel emisyonlar ve indirim potansiyeli temel alınarak bir paylaşım öngörülüyor.[4] “Sorumluluk ve kapasite” ailesi için Türkçe’de bildiğimiz bir kaynak henüz yok.
Türkiye nasıl bir pozisyon alacak? BBC tarafından yapılan son kamuoyu araştırması, iklim üzerindeki insan etkisinin azaltılması için, Türkiye kentlerinde yaşayan nüfusun %60’ının acil önlem, %20’sinin de aşamalı önlem talep ettiğini gösteriyor –bu değerler dünya ortalamalarına yakın.[5] Bahar 2007’de düzenlenen “Kyoto’yu İmzala” kampanyasına yaklaşık 170.000 kişi destek vermiş. REC Türkiye, Enerji Ekonomisi Derneği gibi kuruluşların da faaliyeti neticesinde Ankara Kyoto’ya “göz kırptı” diyoruz. Başbakan Eylül ayında, BM Genel Kurul açılışında “hakkaniyet” prensibinden, “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklardan” söz etti.[6] İklim değişiminin içine girdiği şu kritik dönemeçte hem halkın hem de hükümetin eğilimlerinin öncelikle açık ve hesaplanabilir hedeflere dönüştürülmesi gerekiyor. Aşırı sıcak ve kurak geçen ve tarımı vuran bir yaz mevsiminin ardından, nüfusun büyük bir kesiminin “acil bir şeyler yapmalıyız” demesi olumlu bir gelişmedir, fakat ne kadar ısrarcıyız? BM Genel Kurulu’nda Kyoto’nun imzalanması ima edilebilir, acaba hükümet kararlı mı?
Ulusal hedeflerin belirlenmesi için, Ankara’nın Kyoto söz konusu olduğunda şimdiye dek ayak sürümek için kullandığı özel şartından, “kişi başına emisyonlarımızdan” hareket edilmesi önerilebilir. Türkiye bugün, kişi başına emisyon değerlerinde dünya ortalamasını yaklaşıyor (0.9 ton karbon/kişi/yıl, Dünya ortalaması 1.2) ve emisyon artış hızında son on dört yılın dünya şampiyonu. Günü değil gezegeni kurtarmayı hedefleyen küresel bir anlaşma temel alındığında Türkiye’nin kişi başına emisyon hakkını –tüm dünya ülkeleri gibi– önümüzdeki 50 yıl içerisinde yaklaşık 0.4 ton/kişi/yıl seviyesine düşürmesi gerektiği hesaplanabilir.[7] Bunun anlamı, Türkiye’nin toplam emisyonlarını 2060’lara gelindiğinde 1980’ler seviyesine çekmesi gerektiğidir.
Görüldüğü gibi, “kişi başına emisyonlarımız düşük” ve “biz kalkınmakta olan bir ülkeyiz” iddiası adalet talep eden haklı bir iddia olmakla birlikte, mantıksal sonuçları, uzun vadeli küresel bir perspektifle yaklaşıldığında hiç de istenildiği gibi değildir, bizi ciddi bir yükümlülük altına sokmaktadır. Eğer adalet talep ediyorsak tutarlı olalım ve küresel adalet talep edenlere katılalım. Eğer iklimi korumak istiyorsak –ki, Akdeniz havzasında, kuraklığın en ağır vuracağı coğrafyada bunu istemek için yeterli nedenimiz var– tutarlı olalım ve güvenli toplam emisyon yörüngelerine dayalı uzun vadeli perspektifi benimseyelim. Bu perspektiflerin zorunlu sonucunu görelim ve karbon ekonomisinin aşamalı tasfiyesi için şimdiden ulusal hedefler belirleyelim. Ulusal hedefle uyumlu sektörel, bölgesel ve yerel hedefler benimseyip, bunları izlemekle, hedefe giden yolu denetlemekle yükümlü örgütsel yapılar inşa edelim. Bu konuda merkezi kurumların yanı sıra belediyelere, sanayi, ticaret, ziraat odalarına ve meslek örgütlerine çok fazla iş düşecek. “Ekolojik yaşam” misyonuyla hareket eden yerel inisiyatiflerin inşasına ihtiyacımız olacak.
Bu yazı kısaltılmış haliye 25 Kasım 2007 tarihli Radikal İki'de yayımlanmıştır
NOTLAR
1 Climate Change 2007: The Physical Science Basis (Summary for Policymakers), IPCC, p. 9 (www.ipcc.ch).
2 Carbon Dioxide Information Analysis Center (www.cdiac.org).
3 Athanasiou, Paul Baer, Ölümcül Sıcak: Küresel Adalet ve Küresel Isınma, Ekim 2006, Bgst Yayınları.
4 Paul Baer and Tom Athanasiou, Framework & Proposals, Global Issues Papers No. 3, Haziran 2007, Heinrich Böll Stiftung. (http://www.boell.de/en/04_thema/5055.html)
5 BBC World Service Poll, 25 Eylül 2007. http://news.bbc.co.uk/2/hi/in_depth/7010522.stm
6 Erdoğan Kyoto’ya Göz Kırptı, Radikal Gazetesi’nin haberi, 25 Eylül 2007.
7 Global Commons Institute, Contraction and Convergence, Copyright 1997-2003, www.gci.org.uk.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Bence, ABD ve onun gibi Kyoto yükümlülükleri konusunda ağırdan alan ülkeler, aslında kendi ekonomik geleceklerine de ciddi zarar veriyorlar.
YanıtlaSilEr ya da geç, sürdürülebilirliğe yönelik hukuki anlaşmalar zorunluluktan dolayı imzalanacak. Bunda geç kalan ülkeler, kendi ekonomilerinin sürdürülebilirlikle ilgili yetkinliklerini diğer ülkelere göre geriden geliştirecek. Bu da yeni oluşan rekabet koşullarında geriden gelmelerine sebep olacak.