Gelişmiş ülkelerin iklim değişimine yol açan sera gazı salımları hakkında, 2008-2012 yılları için ilan edilen hedeflerini ve ilgili yaptırımları içeren Kyoto Protokolü’nün ilk taahhüt dönemi ömrünü tamamlamak üzere. Sonrasında dünyayı nasıl bir iklim rejiminin beklediğine 7-18 Aralık tarihleri arasında Kopenhag’da, BM İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması’nın 15. Taraflar Konferansı’nda karar verilecek. Gelecek iklim rejimi şeklen Kyoto’nun devamı mı olacak yoksa yeni bir isimle mi adlandırılacak? Gelişmiş ülkeler salım indirimi ve mali sorumluluk konusunda neyi taahhüt edecekler. ABD Senatosu yönetime, bağlayıcı uluslararası bir anlaşmayı imzalaması için yetki verecek mi? Gelişmekte olan ülkeler (başta Çin) ve OECD’ye üye olup da Kyoto’nun taahhüt altındaki Ek B listesinde yer almayan (Türkiye ve Meksika gibi) ülkeler, salım yörüngelerindeki şiddetli artışa ne zaman dur diyecekler?
İki seneyi aşan ön hazırlık sürecinde esip gürleyen, uzun vadeli hedefler söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan AB’li ve ABD’li liberallerin varlığına karşın, hemen Kopenhag öncesi Bonn, Bangkok, Barselona kentlerinde düzenlenen ön görüşmeler esnasında beliren atmosfer hiç umut verici değil. BM başkanı Ban Ki-moon’un “Kopenhag’dan bağlayıcı bir şey beklenmemesi gerektiği, ilkesel konular üzerinde uzlaşmanın yeterli olacağı” şeklindeki 1 Kasım tarihli demeci, çıtayı olabildiğince aşağıya çekiyor. Sanki etkin bir küresel iklim rejimi kurulamadığı için alarm zilleri çalan 2000’lerin dünyasında değil de iklim değişimi varsayım mı, gerçek mi spekülasyonlarının hakim olduğu 1970’lerin dünyasında yaşıyoruz.
Şeklen nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, 2020 hedefiyle inşa edilecek olan yeni iklim rejimi, Çerçeve Anlaşma’nın şemsiyesi altında, Kyoto’nun bir nevi devamı olacak. Hem taahhütlerin somutlanma tekniği itibariyle, hem de bu taahhütleri yerine getirmek üzere önerilen yöntemler itibariyle Kyoto’ya benzeyecek. O halde, 2012-2020 arasında bizleri nelerin beklediğini öngörebilmek için Kyoto’nun kısa bir bilançosunu çıkarmakta yarar var.
Kyoto’nun Yapısal Zaafları
Kyoto (Çerçeve Anlaşma’nın 1997 tarihli 3. Taraflar Konferansı), kendi Ek B’sinde yer alan gelişmiş ülkelere, 2012 yılı itibariyle sera gazı salımlarını, temel alınan 1990 değerlerine göre en az yüzde 5 oranında azaltmaları koşulunu getirmişti. Kabul etmek gerekir ki bu adım, doğru yönde atılmış çok korkak bir adımdı, çünkü benimsenen şartlar akla uygun hiçbir iklim hedefini karşılayacak nitelikte değildi. Söz konusu Ek B, Kyoto öncesi görüşmelerde söz ve karar mekanizmalarında yer alıp daha sonra protokolü imzalamayan ABD’nin salımları düşüldüğünde, küresel salımların yüzde 40’ı üzerinde bağlayıcıydı. Diğer yüzde 60 ise sınır tanımadan büyümeye devam edecekti (örneğin Türkiye’nin salımları tam da bu dönemde yüzde 95 arttı, neredeyse ikiye katlandı). Buna göre, Kyoto’nun 2008-2012 taahhütlerinin geçerli olduğu bir dünyada küresel sera gazı salımları kaba bir tahminle yüzde 25 artacaktı. Zira veriler, 1990 temel alındığında yüzde 25 artışın 2012’yi beklemeden, henüz 2006 yılında gerçekleştiğini gösteriyor.
Demek ki Kyoto, başarabildiği kapsam ve taahhütlerin derecesi nedeniyle, ta o yıllarda, küresel salımların uzun vadede (2050 itibariyle) yüzde 50 azaltılması gerektiğini öngören bilimin varlığına karşın, görünür vadede yüzde 30’lara varan bir artışı sineye çektiği için çok açık bir şekilde yetersiz bir anlaşmaydı.
Kaybedilen Zaman ve Bilimin Değişen Pozisyonu
Bugün artık on beş yıl öncesinin denge sera gazı konsantrasyonu hedefleri ve bunu sağlamak için gerekli olan salım indirimleriyle yetinmek son derece lüks. Çünkü birincisi, Çerçeve Anlaşma’nın varlığına karşın boşa geçirdiğimiz son yirmi yıl içerisinde atmosferimiz sera gazları ile dolmaya devam etti. Daha yüksek konsantrasyon seviyeleri, daha şiddetli indirim hedeflerini zorunlu kılar. Nasıl ki içindeki sıvıyı tabanındaki delikten sızdıran bir su tankı ağzına kadar doluyken, yarı yarıya doluyken olduğundan çok daha geç boşalıyorsa, yüksek sera gazı seviyeleriyle kirlenmiş bir atmosferin bu gazlardan yerküre tarafından yeterince arındırılması da benzer bir güçlük içeriyor. İkincisi, karbon dioksit için yutak görevi gören kara ve okyanusların durumu hakkında yapılan son analizler pek iç açıcı değil. Önümüzdeki on yıllarda bu yutakların doygunlaşacağı, karbondioksit özümseme hızının azalacağı öngörülüyor (bu olgu, boşaltılması gereken tankın dibindeki deliğin daralmasına benziyor). Üçüncüsü, tüm iklim geri beslemeleri (şu çokça söz edilen feedbackler, permafrost erimesi ve metan ve azot gazları çıkışı, buzulların erimesi vb.) içerisinde özellikle yavaş tepki verenler dikkate alındığında, denge konsantrasyon seviyesine karşılık gelen sıcaklık değişim tahminleri (iklim duyarlığı) öngörüleri ciddi bir değişim geçiriyor. Rakam verecek olursak, bugün artık 450 ppm denge ve istikrar hedeflerinden değil, 350 ppm ve daha düşük denge ve istikrar hedeflerinden söz eden bilim insanlarını okuyoruz.
Tüm bu olgu ve öngörüler bir arada, eski indirim hedefleriyle yetinemeyeceğimizi, 2050 yılına kadar küresel planda yüzde 80’lere varan bir indirim gerçekleştirmemiz gerektiğini söylüyor. Bu hedef teknoloji seçimi ve tüketim biçimlerimiz açısından muazzam bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Aslında insanlık olarak, bunu başarabilecek teknik donanıma, bilgi ve deneyime sahibiz.
Kyoto’nun Bilançosu
Kyoto’ya rağmen, küresel salımların yüzde 30’lara varan bir artış gösterdiğini belirtmiştim. Yapısal olarak Kyoto’yu model alması ihtimali yüksek Kopenhag sonrası iklim rejimini değerlendirebilmek açısından, Kyoto’nun öz taahhütlerini ne ölçüde ve nasıl yerine getirdiğine bakmak da yerinde olacaktır.
Kyoto Ek B ülkeleri kendilerine biçtikleri minimum hedefi (yüzde 5 indirim) toplamda yakalıyor görünmekle birlikte, bunun apaçık sahte bir nedenle gerçekleştirebiliyor: Ek B’de yer alan eski Doğu Bloğu ülkeleri (90’ların jargonuyla, geçiş içerisindeki ekonomiler), 1990’lar boyunca salımlarının neredeyse yarısını ekonomik çöküş nedeniyle yitirdikleri için. Kapitalist piyasa ekonomisinin hakim olduğu diğer Ek B ülkeleri ise salımlarını, en az yüzde 5 indirim taahhüdüne karşın aslında ortalama yüzde 10 kadar artırdılar.
Bu hokus pokusun gerçekleşmesine izin veren mekanizma, Kyoto “enstrümanları” olarak adlandırılan kimi regülasyon yöntemleri (salım ticareti, temiz kalkınma mekanizması ve birlikte uygulama). Kyoto’nun nasıl yönetildiğini anlayabilmek açısından burada sadece “salım ticaretine” değinmek yeterli olacaktır.
Sınırla-al-sat prensibiyle çalışan bu sistemlerde ticareti yapılan emtia, aslında kirliliğin kendisi değil, kirliliği yaratma iznidir. Bu sistemlerin sağlıklı işleyebilmesi için (1) kirletme haklarının nasıl tahsis edildiği (2) hakkın ücret karşılığı devrinin kimler tarafından nasıl yönetildiği önemlidir. 2005’te işlerlik kazanan AB karbon piyasaları, piyasa karşıtlarının tüm itirazlarını haklı çıkaracak şekilde, rezilce işletilmiştir. Salım izinlerinin dağıtımında en çok kirletene en yüksek kirletme hakkı tahsis eden bir düzenleme yapılmıştır. İzinler o kadar cömertçe dağıtılmıştır ki, Mayıs 2006 tarihli bir İngiliz hükümet raporunda, elektrik şirketlerinin indirim için hiçbir çaba göstermeden muazzam kârlar elde ettiği ortaya çıkarılmıştır. 2007 yılında aşırı arz nedeniyle izin fiyatları dibe vurmuş, karbon salım izinleri ticari değerini yitirmiştir. İzinlerin bol keseden tahsis edilmesi, dünya yurttaşlarının atmosfer üzerindeki haklarının şirketlere bol keseden peşkeş çekilmesi (diğer bir ifadeyle ortak atmosfer mülkün “çevrilmesi”) anlamına gelmekte, salımların anlaşma taahhütlerine karşın artmasına izin vermektedir.
İhtiyaç Duyduğumuz İklim Koruma Rejimi
Bugün tüm dünya ülkelerini içerecek küresel kapsamı olan, anlaşılır hakkaniyet prensiplerinden hareket eden, bilimin öngörülerini ciddiye alan, şeffaf ve adilce yönetilen bir küresel iklim rejimine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyaç gün be gün daha da artacak. Kopenhag öncesinde dönen pazarlıklar ve Kyoto modelini yeterince eleştirmeden temel alan yaklaşımlar ümit kırıcı olabiliyor. Kyoto gibi yukarıdan anlaşmaların kapsamını derinleştirecek, bu anlaşmaların çok daha ötesinde işler yapacak aşağıdan inisiyatiflere ihtiyaç var. İklim değişimi gibi, yaşanmış olana reaksiyondan ziyade henüz yaşanmamış olana öngörü gerektiren bir mesele söz konusu olduğunda, etkin inisiyatiflerin ortaya çıkışı çok daha zor olacak, çok daha fazla çalışma gerektirecektir.
Bu yazı 22 Kasım 2009 tarihli Radikal İki'de yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder