18 Mayıs 2011 Çarşamba

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’na Yargı Yoluyla Taciz: Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’nü Sorumluluğa Davet Ediyoruz

Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Kocaeli-Dilovası organize sanayi bölgesinde yıllardan beri yaşanmakta olan skandal boyutlardaki toksik-kanserojen kirlilik üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Dilovası Belediyesi ve Sağlık Bakanlığı tarafından yargı yoluyla taciz ediliyor. Onu bu taciz karşısında savunması gereken başlıca ve yagane kurum olan Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’nün ise bu görevi yerine getirebileceğine dair derin şüpheler var. Aksine, üniversitenin bünyesinde ceza ve disiplin soruşturması başlatarak bu taciz hareketine bizzat ortak olduğu anlaşılıyor.



Öncelikli olarak, konu hakkında kamuoyunu bilgilendirmek ve Onur Hamzaoğlu’na destek sağlamak üzere yayında olan www.onurumuzusavunuyoruz.org adresinden edindiğimiz bilgileri açıklığa kavuşturalım:  Kocaeli Büyükşehir ve Dilovası belediyeleri, Hamzaoğlu’nun TCK’nın 213. maddesiyle, yani “halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak...” suçundan yargılanması talebiyle savcılığa suç duyurusunda bulunmuşlardır. Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı, prosedüre uygun olarak yetkisizlik kararı vermiş ve dosyayı incelenmek üzere Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne iletmiştir. Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü ön soruşturmaya gerek duymadan, durumdan vazife çıkararak derhal cezai soruşturma süreci başlatmıştır. Aynı zamanda, Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı da, aynı gerekçelere dayanarak YÖK dolayımıyla idari soruşturma talebinde bulunmuştur. Rektörlük yine kendisine vazife çıkararak ayrıca bir de disiplin soruşturması başlatmıştır. Öyle görünüyor ki top şu anda Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ndedir. Rektörlük ya yürütme tarafından azmettirilen bir komediyi fırsat bilerek akademiyi içerden vuracak ve üniversitenin misyonuna ihanet edecek, ya da bu komediye derhal bir son verip akademinin düşünce, araştırma ve ifade özgürlüğünü evrensel standartlara göre savunacak.
Hamzaoğlu’nun içine itildiği süreci “yargının taciz maksatlı kullanımı” şeklinde adlandırabiliriz. Cezai ve idari soruşturma süreçleri resmiyette adı geçen yürütme organları tarafından talep edilmiş olmakla beraber, davacıların bunlarla sınırlı olduğunu zannetmek saflık olacaktır. Hamzaoğlu, faili şirketler olan, devletin düzenleyici kurumları, yasama ve yürütme gücüne sahip olan politikacıları tarafından yıllardan beri seyredilen bir yaşam hakkı ihlâline karşı savaşıyordu. Medyadan takip edildiği kadarıyla, bu savaşta kendi ekibiyle birlikte büyük ölçüde yalnızdı. Şimdi başlatılan “yargılama tacizinin” arkasındaki itici kuvvetin şirketler olduğunu peşinen kabul ediyorum. Hamzaoğlu’nun çalışmalarını yürüttüğü Dilovası bir organize sanayi bölgesidir, yasa gereği adeta bir sermaye cumhuriyetidir. Son kertede Dilovası’nı ilgilendiren bir ihtilafta doğrudan şirketlerin değil aslında yetkisiz olan belediyelerin devrede oluşu, şirketlerin bürokrasinin arkasına sığınarak yüzlerini kurtarma çabasından, belediyelerin şirketlerin oyuncağı olmasından kaynaklanmaktadır.
Dilovası, 5 organize sanayi bölgesi, 1 sanayi sitesi, 193 sanayi kuruluşu ve 20 bin işgücü istihdam eden yaklaşık 45 bin nüfuslu bir yerleşim birimi. Tuzla, Gebze ve Çerkezköy ile birlikte Türkiye’nin ismi kötüye çıkmış olan, yoğun endüstriyel kirlilikle anılan bölgelerinden biri. İstanbul’un yaklaşık 60 km doğusunda yer alan bu belde, Hamzaoğlu ve arkadaşlarının 2000’lerin başında yaptığı çalışmalar neticesinde ortaya konan, Türkiye ve dünya ortalamalarının üç misli üzerinde seyreden yüzde 33 oranındaki kanser nedenli ölümlerle tanınıyor ve halk arasında “Kanserovası” olarak adlandırılıyor. Medyaya yansıyan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla kanser taraması neticesinde varılan bu sonucun belirli kanserojen maddelerle ve sanayi kuruluşlarıyla ilişkilendirilmesinde güçlük yaşanıyor çünkü araştırmacıların bu bilgiye ulaşabilecekleri bir envanter bulunmuyor. Hamzaoğlu basına verdiği bir demeçte bu  bilgilerin ticari sır kapsamında tutulduğunu, Kocaeli Sanayi Odası’ndan temin edilemediğini söylüyordu.[1]
Şirketlerin halkı zehirlemek için kullandıkları çeşitli maddeleri ticari sır kapsamında tutmaları bildik bir olgu. Amerikalı tanınmış ekonomist ve medya analisti Edward S. Herman, “Şirketlerin Egemenliği ve Düzmece Bilim” adlı makalesinde, şirketlerin “halkı zehirleme hakkını” güvence altına almak üzere kullandıkları yöntemlere değinirken, “enformasyonun kontrol edilmesi ve sınırlandırılmasını” birinci sıraya yerleştirir.[2] Dönem ödevini hazırlamak üzere saha çalışması yapan bir çevre teknolojileri öğrencisinin rahatlıkla tecrübe edebileceği bu iddia yüzlerce örnekle sınanabilir. Şirketlerin ne kadar küstahlaşabileceğini gösteren en çarpıcı örneklerden biri ise 1984’de, Hindistan’ın Bopal kentinde yaşanmıştır. ABD kökenli Union Carbide haşere ilacı fabrikasının neden olduğu gaz sızıntısı (sonradan metil isosiyanat olduğu öğrenildi) 18 bin kişinin ölümüne ve 150 bin kişinin zehirlenmesine neden olduğunda firma, ticari sır olduğu gerekçesiyle toksik maddenin kimliğini açıklamamış, tıbbi yardım zora girmişti. Bu olayın ardından ABD kongresi 1986 yılında Acil Planlama ve Toplumun Bilgi Edinme Yasası’nı çıkardı ve böylece kimya endüstrisi tam 654 adet kimyasal maddeden oluşan milyonlarca ton zehirli maddeyi havaya, suya ve toprağa saldığını ilk defa açıklamak zorunda kaldı.[3]
Türkiye’de 24 Ekim 2003 tarihli 4982 sayılı yasayla kısmen elde ettiğimiz “bilgi edinme hakkı” yalnızca kamu kurum ve kuruluşlarını, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının faaliyetlerini kapsıyor. Ya şirketler? Onların yasalar tarafından güvence altına alınmış “ebedi” tüzel “kişilikleri”, demek ki mahretmiyetleri var. Sonsuz sermaye biriktirebilen, yasalarca “kişileştirilen” fakat “ebedi” olan bu dev varlık (burada hisse senetleri alınıp satılabilen büyük anonim şirketlerden bahsediyoruz) tanımı gereği sadece hissedarlarına karşı sorumlu, topluma karşı işlediği suçlar karşısında cezadan muaf bir “dışsallaştırma makinesi” şeklinde çalışıyor. Yani, hissedarları için kâr üretirken, bu üretimin çevresel, toplumsal maliyetlerini üstlenmiyor, topluma yayıyor. Kanadalı Hukuk profesörü Joel Bakan, şirket tüzel kişisini bu özellikleri itibariyle bir “psikopat” olarak adlandırır.[4] Komuşularımıza karşı “psikopatça” davranışlarda bulunduğumuzda toplumdan dışlanabilir, mahkemeler tarafından cezalandırılabiliriz. Şirketler ise işledikleri çok ağır toplumsal suçlar karşısındaki ceza muafiyetini, üreticilerin egemenliğindeki mevcut sistemde rahatlıkla kullanabildikleri bir dizi yönteme başvurarak temin ediyor. Hamzaoğlu’na karşı geliştirilen “yargı yoluyla taciz” bu yöntemlerden bir tanesi.
Hamzaoğlu ve arkadaşları kanser araştırması sonuçlarını açıkladıklarında (bulgular, kanser nedenli ölüm oranlarının Türkiye ve dünya ortalamasının 3 misli olduğunu söylüyordu) 2006 yılında TBMM’de konuyla ilgili bir araştırma komisyonu kuruldu. Komisyonun tavsiyesi doğrultusunda hava kirliliği alanında belirli iyileştirmeler yaşandı. Dilovasındaki tesislerin hava kararınca zehirli gazları doğaya bırakmalarını haberleştiren Serkan Ocak, 2007’de bu çalışmasıyla Basın Çevre Ödülü almıştı. “167 sanayi işletmesinin çoğunda arıtma sistemi yoktu, şimdi var... Çevre Bakanlığı son dört ay içerisinde bölgedek 13 fabrikaya toplam 1 milyon 200 bin TL ceza kesti.” “37 fabrikanın arıtmalarının Avrupa standartlarına çıkarılması sağlandı ... cezai işlemler uygulandı ... üç fabrika tedbirlerini alamadığından kendisini kapattı”.[5] Fakat Kocaeli Tabibler Odası Başkanı Burhan Usta “tedbirlerin tepkileri yumuşatmak ve sorunların üzerini örtmek üzere alındığını ... sadece hava değil, su ve deniz kirlenmesinin de sözkonusu olduğunu” söylüyordu. “Solunum hastalıkları, anne karnında ölüm, kalıcı anemi sorunları... Bu hastalıkların seviyesinde anlamlı bir düşüş olacağını zannetmiyorum.”[5]
Basına yansıyan haberlerden, 2007 yılındaki kısmi çalışmaların donduğu, Dilovası’nın sorunlarına köklü çözümler getirecek önlemlerin alınmadığı anlaşılıyor. Burada köklü çözümden kasıt, havaya, suya ve toprağa dönen tehlikeli atıklar sözkonusu olduğunda uluslararası standartları, ağır yaptırımlar getirecek şekilde Çevre Kanunu – Tehlikeli Atıklar yönetmeliklerinin geliştirilmesi, suçlu sanayi kuruluşlarının İl Çevre Müdürlüğü tarafından telin edilmesi, izleme – yaptırım süreçlerinin işletilmesi, ihtiyaç duyulan üretim – arıtım teknolojilerinin kurulabilmesi için uygun yönetim ve finansman modellerinin geliştirilmesidir. Bunların hiçbirisi sanayinin çıkarına değildir ve yerine getirilmemiştir, sanayi kuruluşlarının halkı zehirleme hakkı peşinen kabul edilmiştir. Türkiye’nin en tepe yönetimindeki bir nüans da ayrıca dikkat çekicidir. 2007’deki Çevre Bakanı Osman Pepe, basının karşısına geçtiğinde hiç değilse “sanayi kuruluşlarına yıl sonuna kadar süre verdik. Önlem alınmadığı taktirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğiz” diyordu –sanki iç yargı yolları işletilmiş de tüketilmiş gibi.[6] Son Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nun ise Dilovası’nda içinde bulunduğumuz 2011’in Şubat ayında patlak veren (sanırım yine Serkan Ocak’ın çalışmalarıyla basına yansıyan) zehirli katı atık skandalı karşısında nutku tutuldu. AKP’nin çıraklık ve kalfalık dönemleri arasındaki farklardan birini yansıtan parlak bir gelişme olarak not ediyorum. Acaba ustalık dönemi nasıl olacak?
Şubat 2011’de Dilovası, yaklaşık dört yıl aranın ardından bir kez daha medya tarafından gündeme taşındı. Haberlerin odak noktasını “gece yarısı” boş arsalara dökülen endüstriyel, çok muhtemelen toksik veya kanserojen tehlikeli atıklar oluşturuyordu. Gece yarısı salmalar, dökmeler (literatürde midnight dumping yaygın adlandırmadır) regüle edilmeyen, yeterli izlenmeyen ve denetlenmeyen sanayi kuruluşlarının Jeol Bakan’ın tabiriyle “psikopatik” alışkanlıklarından biridir. Bu kuruluşlar aslında pek mahçupturlar, pisliklerini gündüz vakti herkesin gözü önünde doğaya salamazlar, gece yarılarını, herkesin uykuda olduğu saatleri beklerler. “Dilovasında boş arsaya 1000 ton endüstriyel atık döküldüğü belirlendi. Atıkların yeraltı sularına karışmasından korkuluyor.” [7] Tabii bu hiç şaşırtıcı değil. Tuzla, Gebze, Çerkezköy gibi sanayi bölgeleri etrafında da karşılaştığımız bildik bir olgu. Sanayi kuruluşlarının önce sıvı atıklarını doğaya verilebilecek standartlarda arıtmaları (bu sanayi tesisinin içinde başlayıp organize sanayi bölgesine ait bir tesis içerisinde tamamlanabilecek bir süreçtir) sonra da bu arıtma sonucunda üreyen büyük bir tehlikeli çamur kütlesini 900 oC sıcaklıkta yakmaları gerekiyor. İdeal şartlarda bu sürecin sonunda dioksin gibi kanserojen gazlar bertaraf edilir ve CO2 gibi zararsız bir gaz (yalnızca iklim değişimine neden olur!) doğaya verilir. Türkiye’de bu yakma işlemini yerine getirebilecek yegâne tesis Kocaeli Belediyesi’ne ait olan İZAYDAŞ. Bu tesisin kapasitesi Türkiye’nin yıllık 2.5 milyon ton olduğu tahmin edilen tehlikeli atık üretiminin ancak yüzde 5’ini karşılayabiliyor.[8] Yani, topraklarımızın altında ve üstünde vahşice depolanan tehlikeli atıklarla yaşamaya alışmalıyız.
Bu esnada Hamzaoğlu’nun –tam de gerekli önlemler alınmışken– açıkladığı yeni araştırma sonuçları bardağı taşıran damla oldu. “Devam etmekteki araştırmanın ilk bulgularına göre Dilovası beldesinde anne sütünde ve yenidoğan bebeklerin dışkısında normalden yüksek oranda ağır metallere rastlanmıştır.”[9] Bu eylemiyle “halk arasında endişe, korku ve panik yaratarak” TCK’nın 213. maddesini ihlâl ediyor. O halde gelin, iklim değişimi, deprem, genetiği değiştirilmiş gıda, nükleer teknoloji, salgın hastalıklar vb. konularda bildiğimiz herşeyi unutalım. Bu konularda bilgi üreten, bilgi paylaşan bilim insanları TCK 213’ten yargılanıp hüküm giysinler, toplumun ağzına kelepçe vurup huzura erelim.
TCK 213’ü temel alarak Hamzaoğlu’na karşı girişilen yargı yoluyla taciz şaka değil. Üstelik Ed Herman’a göre şirketlerin halkı zehirleme hakkını güvence altına almak için kullandığı yöntemlerden birisi. Tanımı davalıyı yıpratmak, bezdirmek üzere “hukuk davalarını stratejik bir şekilde kullanmak”[10]. Modern çevre ve ekoloji bilincinin gelişmesinde çok önemli yer tutan ve bu alanda bir klasik olduğunu kabul ettiğimiz Sessiz Bahar, Rachel Carson tarafından yayınladığında önemli bir kimya şirketi tarafından dava edilmişti. Florida Üniversitesinden bilim insanları Benlate adlı ilacın zararlı verilerini ortaya koydukları için, Washington Üniversitesi çevre sağlığı profesörü Peter Breysse formadehit hakkında araştırmalar yaptığı için ilgili endüstri kuruluşları tarafından izlemeye alınmış, soruşturma talebiyle üniversitelerine başvurulmuştu. Bu tür soruşturmaların bir kısmının, araştırma ve ifade hürriyetini koruyan üniversitelerce savuşturulduğunu, bir kısmının ise cezalandırıldığını biliyoruz. Örneğin, İskoçya’daki Rowette Enstitüsü’nden Arpad Putzai, genetiği değiştirilmiş patatesin farelerin sindirim sistemi üzerindeki etkilerine dair bulgularını BBC’ye açıkladığı için görevine son verilmişti. 1987’de Monsanto (bugün yeryüzündeki genetiği değiştitilmiş gıdanın tamamına yakınını kontrol ediyor) Ulusal Kaynakları Koruma Konseyi’nde bir biyokimyacı olan ve duruşmalarda firmanın ürettiği tarım ilacı alakorlar ile ilgili firma aleyhine etkili bir tanıklık yapan Karim Ahmed’i dava etmekle tehdit etmişti. Gerekçe, Karim Ahmed’in, Amerikan Çevre Koruma Teşkilatı’nın Bilim Danışma Kurulu üyesi olarak ürün hakkında elde ettiği patent bilgilerini açıklamasıydı. Monsanto’nun yargıyı devreye sokma taktikleri hakkında kapsamlı bir döküm Marie-Monique Robin’in “Monsanto’nun Dünyası” isimli belgeselinde izlenebilir.[11]
Pek çok yönden Türkiye’ye özgü bir durumla karşı karşıyayız. Birincisi, Dilovası ve diğer organize sanayi bölgelerinde karşılaşılan tehlikeli atık ve kronik halk sağlığı sorunları, uygun teknoloji, yönetim ve finansman ile çözümlenebilen, sanayiyle yeni tanışan ülkelere özgü sorunlar. Türkiye’nin öğrenme sürecinin ekonomik gelişmişliğine göre geciktiği, bunda ülke siyasetinin işleyişinin büyük sorumluluğunun olduğu anlaşılıyor. İkincisi, şirketler ABD’de olduğu şekilde bağımsız bir özne olarak ortaya çıkıp, bürokrasi ve düzenleme kuruluşları ile lobiler vasıtasıyla ilişki kurmuyorlar. Aktörlerin ayrışmadığı koşullarda şirketler ve yürütme tümüyle içiçe geçiyor. Üçüncüsü, Türkiye’de şirketlerin halkı nasıl zehirlediğini araştıran pek az araştırmacı ve gazeteci varken bu insanların toplum nezdinde savunulması yaşamsal önem arz ediyor.
Hamzaoğlu ve arkadaşlarına karşı girişilen yargı yoluyla taciz hareketinin hukuk düzeninde bir sonuca ulaşma ihtimali yok. Ne var ki, kendisini kurum olarak bürokrasinin emir komuta zincirinden ayrıştıramayan bir üniversite sistemi içerisinde son derece yıpratıcı sonuçlar doğurabilir. Üniversite topluluğunu, ilgili meslek kuruluşlarını ve tüm sivil toplumu, bağımsız araştırmacıların haklarını korumaya, Hamzaoğlu ve arkadaşlarına destek vermeye davet ediyoruz. Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü yürüttüğü soruşturmaları derhal aklayarak sonlardırmalı ve kamuoyuna gereken açıklamayı yapmalıdır.


NOTLAR
[1] Radikal Gazetesi’nin haberi, 10 Mart 2011.
[2] Postmodernizm ve Sol, Bgst Yayınları içerisinde, s. 58, Ekim 2007, İstanbul.
[3] A.g.e., s. 64-65.
[4] Jeol Bakan, Şirket, Ayrıntı Yayınları, 2004, İstanbul.
[5] Serkan Ocak’ın Radikal’deki haberi, 14 Haziran 2007.
[6] Serkan Ocak’ın Radikal’deki haberi, 7 Ocak 2007.
[7] Radikal Gazetesi’nin 1 Şubat 2011 tarihli haberi.
[8] Tehlikeli Çözümsüzlük, Nükhet Barlas, Radikal Gazetesi, 14 Kasım 2007.
[9] Serkan Ocak’ın Radikal’deki haberi, 31 Ocak 2007.
[10] Postmodernizm ve Sol, Bgst Yayınları içerisinde, s. 61, Ekim 2007, İstanbul.
[11] The World According to Monsanto, A Documentary by Marie-Monique Robin, Arte, 2008.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder