28 Kasım 2011 Pazartesi

21. Yüzyıl'da Doğal Kaynakların Özyönetimi

BDP Siyaset Akademisi, Diyarbakır, 26.11.2011
Küresel, bölgesel ve yerel pekçok göstergeden hareketle içinde yaşadığımız dönemi “ekolojik kriz” çağı olarak adlandırıyoruz. Ekolojik krizin ne ölçüde tedavi olacağı, gelecek kuşaklar ve insan türünün bekası üzerinde nasıl kalıcı hasarlar bırakacağı ise belirsizliğini koruyor. Yerel uygulamalardan yola çıkarak, daha yukarıdaki yönetim ölçeklerine kadar uzanan ve sistemik bir dönüşüm talep eden başarılı örnekler ortaya konabildiği ölçüde, ekolojik kriz daha az hasarla aşılabilecek. Alışılmış teknoloji ve yönetim anlayışlarına dayalı ekonomik büyüme stratejilerinin benimsenmesi halinde ise ekolojik kriz, boyutları bilimsel olarak öngörülmesi imkansız felaketlerle sonuçlanacak.

İnsan türü olarak tabiat ananın bir parçasıyız. Varoluşumuzun bu asli temelini çoğu zaman unutsak da, yaşamsal tüm faaliyetimiz tabiat ana ile bir alışveriş içeriyor. Onun cansız, yenilenemez mineral kaynaklarını, canlı ve yenilenebilir biyolojik varlıklarını, akış halinde ve depolanmış enerji kaynaklarını kullanıyoruz. Toplumsal, ekonomik faaliyetlerimiz neticesinde üreyen mineral ve organik atıklarımızı (beraberinde atom altı parçacıkları, elektromanyetik dalgaları) tekrar tabiat anaya veriyoruz.
Bu alışverişin devamı, doğanın insanlığa sunduğu mal ve hizmetleri yeniden üretebilme gücünü koruyabilmesine bağlı. Doğanın, insanlığın ihtiyaç duyduğu kaynakları temin edebilme, tekrar kendisine dönen atıkları özümseyebilme kapasitesine bağlı. Oysa özellikle son iki yüz yıldır, bilim ve teknolojinin tüketim toplumunun hizmetine koşulması sonucunda bugün, insan ve doğa alışverişinde tehlikeli eşik değerler çoktandır aşılmış vaziyette.
Küresel ölçekte en dikkat çekici gösterge, iklim değişimine yol açan sera gazlarının salımı: Günümüzde, kömür, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının yakılmasıyla atmosfere salınan sera gazı miktarı endüstri öncesi dönemin on binlerce misli mertebesinde ve artmaya devam ediyor. Bunun sonucunda, küresel atmosferin toplam sera gazı içeriği yüzyılın ortalarında, endüstri öncesi dönemin iki misline çıkacak. Yüzyıl sonunda beklenebilecek ortalama sıcaklık değişimleri 5 santigrat derece ertafında belirsizlik arz ediyor. Bu iklimsel değişimin tetikleyeceği hidrolojik, biyolojik değişim insanlığı kentsel ve kırsal tüm ekonomik sektörlerde hazırlıklı olmaya zorluyor.
Enerji sistemleri, iklim krizine koşut bir darboğaz içerisinde. Halihazırda insanlığın ihtiyaç duyduğu ve tükettiği kişi başına enerji miktarı, temel enerjinin insanların ve hayvanların kas gücünden elde edildiği endüstri öncesi dönemle karşılaştırıldığında yaklaşık 10 misli artmış vaziyette. İlginç bir hesaplamaya göre günümüzde, yeryüzünde yaşayan her bir insan, mevcut ekonomik faaliyetin devamı için gece gündüz, yirmi dört saat çalışan yirmi adet “enerji kölesine” ihtiyaç duyuyor. Bu muazzam enerjinin yüzde 80’den büyük bir kısmı fosil yakıtlardan elde ediliyor. Fosil yakıt müptelası bu düzen için tek kötü haber, sera gazı salımlarının yol açtığı iklimsel değişim değil. Aynı zamanda adına “petrol tepe noktası” dediğimiz bir dönemin içerisindeyiz. “Petrol tepe noktası” şu anlama geliyor: Petrol üretimi, yirminci yüzyılın başından günümüze dek sürekli arttı ve bugün küresel yatakların neredeyse yarısı tüketilmiş olduğu için üretimin tepe noktasına ulaşıldı. Önümüzdeki on yıllarda, petrol üretiminin sürekli azaldığına ve zamanla yok olduğuna tanık olacağız. Kömür ve doğal gaz gibi diğer fosil yakıtların geleceği de, onlar daha uzun yıllar varlığını koruyacak olsalar bile, petrolün kaderine benziyor. Demek ki, enerji üretiminde alternatif kaynaklara yönelmek, yüzde 80’ler mertebesinde seyreden mevcut fosil bağımlılığından kurtulmak bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor.
Küresel biyolojik varlığımız, gen ve tür çeşitliliğimiz de sürekli azalıyor. Türlerin yaşam alanlarının toplumsal ve ekonomik faaliyetler neticesinde yok edilmesi, kirletilmesi, iklim değişimi, bununla beraber türlerin ticari amaçlarla aşırı tüketilmesi gibi nedenlerle her yıl on binlerce canlı türü yok oluyor. Bu eğilimin devam etmesi halinde yüzyıl sonuna kadar mevcut canlı türlerinin belki de yarısının yok olacağı tahmin ediliyor. Canlı türleri doğada karmaşık bir yaşam ağı ördükleri için, canlı ve cansız doğa bir arada, karşılıklı etkileşim içerisinde evrimleştiği için, türlerin sayıca azalması, yeryüzünde yaşamı güvenli ve dayanıklı kılan bu karmaşık sistemin giderek zayıflaması ve kırılganlaşması anlamına geliyor.
Biyoçeşitlilik söz konusu olduğunda, insan türünü doğrudan ilgilendiren tarımsal biyoçeşitlilik sorunu özellikle dikkat çekici. Gıda sistemlerimizin devamı ve insanların sağlıklı ve yeterli gıdaya ulaşabilmeleri açısından tarımsal biyoçeşitlilik çok büyük öneme sahip. Oysa, endüstriyel tarım uygulamaları ve tohum ve ürün pazarlarının büyük şirket tekellerinin egemenliği altına girmesi nedeniyle tarımsal biyoçeşitlilik geçtiğimiz yüzyıl içerisinde şiddetle azaldı ve halen azalmaya devam ediyor. Aydınlatıcı veriler sunmak için, günümüzde gıda alanında faaliyet gösteren ulusaşırı en büyük on şirketin dünya tarım kimyasalları pazarının yüzde 89’unu, tohum pazarının (fikri mülkiyet hakkıyla korunan tohumlar içerisindeki) yüzde 67’sini kontrol ettiğini söyleyebiliriz. İklim değişiminin etkilerinin önümüzdeki on yıllarda daha şiddetli hissedilecek olması da tohum çeşitliliğini ve gıda güvenliğini tehdit eden diğer bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Su kaynaklarımız da artan nüfus, kişibaşına su talebi, kirlenme, iklim değişimi, yeraltı kaynaklarının tüketilmesi gibi nedenlerle ağır baskılar altında. Toksik, elektromanyetik kirlilik, endüstriyel yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak kabul görüyor ve insan sağlığı üzerindeki sistemik etkileri, kanser vakaları her geçen gün biraz daha artıyor.
Bunların tümünü birden, yaşadığımız dönemi öncekilerden ayırd eden, “ekolojik kriz çağının” varlığına işaret eden göstergeler olarak kabul edebiliriz. Tüketim fikrini yücelten, tüketim artışını daimi kılacak yapısal mekanizmalar üreten, ancak bu mekanizmaları işletebildiği ölçüde hayatta kalmayı başaran kapitalist ekonominin, yaşadığımız ekolojik krizin temelini oluşturduğunu ifade edebiliriz. Üretim araçlarının özel mülkiyetine, kapitalist pazar rekabetine, şirket tarzı işbölümüne, ayrımcı ücretlendirme ve merkeziyetçi karar alma mekanizmalarına sahip olan bu sistem, sistematik olarak büyümekte, beraberinde çevresel tahribat ve toplumsal eşitsizlik yaratmaktadır. Bu mekanizmalar, tabiat ananın kaynaklarını metalaştırmakta, üretim ve tüketimin tabiat anaya verdiği hasarı dışsallaştırmakta, önemsizleştirmekte, görünmez kılmaktadır.
O halde, ekolojik krize nasıl yanıt vereceğiz? Tabiat ananın kaynaklarını, içinde soluduğumuz atmosferi, birlikte var olduğumuz biyoçeşitliliği, beslendiğimiz gıdayı, içtiğimiz suyu, yaşadığımız sağlıklı çevreyi, bunların bize verdiği tüm kültürel ve manevi doygunluğu kapitalist büyümenin saldırısı karşısında nasıl koruyacağız? Ortak mülklerin (kullanıcılarının ortak mülkiyeti altındaki varlıkların) geri kazanımı ve bu varlıkların öz-yönetimine dayalı pratikler, ekolojik kriz çağına kuvvetli bir yanıt oluşturabilir mi? Bu sunumda, bu soruyla ilgili bazı tartışma başlıkları açmayı planlıyorum. Fakat öncelikle, ortak mülklerin ve özyönetim anlayışının alternatifi olduğu egemen çevre yönetimi anlayışına dair bir arkaplan sunmak istiyorum.
Devletçi ve özelleştirmeci paradigma
Çevresel problemlerin kontrolüne veya çözümüne yönelik önlemler, endüstriyel büyümenin başlangıcından günümüze kadar, tüm dünyada ve Türkiye’de öncelikle devletçi, bunun ardından da özelleştirmeci reçetelerle uygulandı. Bu uygulamalar doğal varlıkların ortak mülkiyetine ve özyönetimine tümüyle aykırı bir paradigmadan besleniyordu. Devletçi ve özelleştirmeci egemen çevre yönetimi anlayışının temel dayanağı, doğal varlıkların, onları kullanan toplulukların özyönetimine terkedilmesi halinde ya verimsiz bir şekilde kullanılacağı veya aşırı tüketilip yok edileceği fikrine dayanır. Bu anlayışa göre, örneğin, akan dereler, o derelerin etrafında yaşayan insanların yönetimine terk edildiğinde –modern hidroelektrik, baraj ve sulama teknolojileri geliştirilmeden önce dereler kullanıcı topluluklar tarafından yönetiliyordu– boşa akacak ve ekonomik kayba yol açacaktır. Veya, meralar, o meraları otlatan toplulukların özyönetimine terk edildiğinde, kullanıcıların açık erişimini engelleyecek hiçbir kısıtlama olmayacağı için, tümüyle tüketilip yok edilecektir.
Devletçi çözüm yukarıda bir model olarak bahsedilen sorunlara çözüm getirebilmek adına kamu mülkiyeti, düzenleme ve vergi gibi araçlara başvurur. (Bu bağlamda yaygın olarak “kamu mülkiyeti” ifadesi kullanılsa da aslında mülk sahibi olan, sınırları iyi tayin edilmiş, hak sahibi bir kamu veya halk değil devlettir. Aslında kamu mülkiyeti derken devletin mülkiyetinden söz edilmektedir.) Bu kaynakların kamu mülkiyetinde olması onların gerçekten de gelecek kuşakların, sıradan vatandaşların veya insan olmayan diğer canlı türlerinin yararına kullanılacağı anlamına gelmez. Bu varlıklar (ör: akarsular, meralar, ormanlar, yeraltı suları, araziler vb.) devlet kurumları tarafından işletilir, kiraya verilir veya özelleştirilebilir. Örneğin Türkiye’de ormanlar devlet işletmesidir, akarsular 49 yıllığına elektrik üreticilerine kiralanabilmektedir, baraj yapım kararları devlet kurumları tarafından tek taraflı bir şekilde alınabilmektedir. Devletler, ekonomik yarar görmeseler dahi politik, stratejik yarar görmeleri halinde, “doğal kaynakların geliştirilmesi” kavramıyla ifade edilen kalkınmacı bir anlayıştan hareketle büyük baraj projelerinin inşaatına, kentsel arazilerin, kent silüetinin vb. özelleştirilmesine karar verebilirler.
Devletçi çözümün başvurduğu bir diğer araç düzenlemedir. Düzenleme, devletin ilgili kurumları aracılığıyla kirletme değerlerinin ve kaynak tüketiminin üst sınırlarına, üretim, ticaret ve tüketim standartlarına karar vermesi ve tüm bu uygulamaları denetlemesi anlamına gelir. İnsanların siyasete katılımının seçimlerden seçimlere sandığa gitmekle sınırlı olduğu, kamu bilincinin şirketlerin tekelindeki medya ve propaganda aygıtları tarafından şekillendirildiği temsili demokrasilerde yaygın olarak görülen, ihtiyaç duyulan düzenlemelerin iktidar grupları ve büyük şirketler tarafından “teslim alınması”dır. Yani yasama, kuvvetli düzenleme için ihtiyaç duyulan kanunları geçirmek yönünde bir istek duymamakta, yürütme, kanunlarca öngörülen uygulamaları denetlememektedir. Örneğin, bugün İzmit Dilovası’nda izin verilen toksik kirlilik değerlerini aşağıya çekecek, bölgedeki sanayi kuruluşlarının üretim kapasitesine sınır getirecek düzenlemeler yapılmadığı gibi, kirliliğin kaynakları da yeterince takip edilip denetlenmemektedir. Üstelik, bu sorunları ifade eden bilim insanları, yargı süreçleri ve idari yaptırımlarla yıpratılmakta, bölge, dünyanın başlıca kanser bölgelerinden birisi olma özelliğini korumaktadır.
Devletçi çözümden talep edilen çevre vergileri konusunda da benzer şeyler söylemek mümkündür. Kirlilik vergileri, sanayi kuruluşlarının lobi faaliyetleri neticesinde düşük tutulmakta ve aynı zamanda toplumsal eşitsizliği körükleyecek şekilde genele yayılabilmektedir. Bugün iklim değişimiyle mücadelede Kyoto protokolünün bir gereği olarak Batı ülkelerinde uygulanmakta olan karbon vergileri bunun tipik bir örneğidir. Sanayi kuruluşlarının karbon salımlarını azaltmalarını teşvik etmek için uygulanan karbon kirliliği vergileri, ekonomik büyümeye zarar vereceği gerekçesiyle yeterince yükseltilemediği için, salımlar yeterince azaltılamamakta, küresel iklim değişimiyle mücadele, bilimin öngördüğü zorunluluklar karşısında ilgisiz absürd bir komediye dönüşmektedir.
1990’lardan itibaren “yapısal uyum” adı altında uygulanan ekonomik politikalar, özellikle kalkınma yardımı alan ülkelerde “özelleştirmeci” çözümün ağırlığını artırmıştır. Devletlerin kamu harcamalarından (böylelikle sosyal harcamalardan) çekilme eğilimine girmesi, kapitalizmin krizini hafifletmek ve ekonomik büyümenin önünü açmak için yeni piyasa mallarının (metaların) yaratılması ihtiyacı, şirketlerin tüm ekonomi üzerinde olduğu gibi çevre ve ekoloji üzerindeki rolünü de artırmıştır. Özelleştirmeci anlayışa göre devletler, doğal kaynakları ekonomik rasyonele aykırı bir şekilde kullanmakta, politik çıkarları doğrultusunda dağıtmakta, bunun sonucu olarak ekonomik kayba, aşırı kaynak tüketimine ve kirliliğe neden olmaktadır. Sovyetler Birliği döneminde Kazakistan pamuk sulamaları nedeniyle dünyanın içinci büyük kapalı denizi olan Aral’ın tümüyle kurumaya başlaması, eski Sovyet cumhuriyetlerinin endüstriyel kirlilikte Avrupa şampiyonu olmaları, devletçi uygulamaların en dramatik örnekleri arasında sayılır. Türkiye’de Devlet Su İşleri tarafından tarımsal üretimi artırmak amacıyla kurutulan, göllerin ve sulak alanların varlığı bilinmektedir. Oysa doğal kaynakların özelleştirilmesi durumunda özel mülk sahibi, doğal varlığı ekonomik rasyonele göre yönetecek ve koruyacaktır. Öncelikle, başkalarının o kaynağa erişimini engelleyecek ve açık erişim problemini çözecektir. Örneğin, bir içme suyu kaynağının özelleştirilmesi halinde, o kaynağa sadece mülk sahibi erişebilecektir. Veya, bir doğal kaynağın, sadece işletme veya kullanım hakkının özelleştirilmesi durumunda üretilen kaynak piyasa değeri üzerinden alınıp satılacak, piyasada oluşan fiyat o kaynağın tüketimi üzerinde sınırlamalar getirecektir. Kaynağından elde edilen içme suyunun arzı azaldığında fiyatı yükselecek, buna karşılık talep ve tüketim azalacağı için kaynak korunmuş olacaktır.
Fakat bir doğal varlığın mülkiyetine (ör: gen ve içme suyu kaynaklarına) veya işletme ve kullanma hakkına (ör: akarsu kaynaklarının elektrik üretimi için kullanımı hakkına) sahip olan şirketler, varoluşları gereği, kârlarını azami artırmak üzere iş görürler. Ekonomik çıkarlarına uygun olduğu taktirde, mülkiyetleri altındaki bir doğal varlığı bir an evvel tüketmeyi tercih edebilirler. Düzenlemenin ve izlemenin yetersiz olduğu koşullarda ekonomik faaliyetlerinin çevresel etkilerini olabildiğince dışsallaştırmaya, yani yarattıkları kirliliği ödememeye gayret ederler.
Ortak Mülkler ve Özyönetim
Kapitalist büyümenin çevre ve ekolojiye dönük saldırıları karşısında, sorunun çözümü olmaktan ziyade kaynağı olan devletçi ve özelleştirmeci çözümlere bir alternatif olarak “ortak mülklerin” yeniden inşaası ve ortak mülk alanının öz-yönetimi önerilmektedir. Hukuki altyapı, örgütlenme ve işleyiş kriterleri üzerinde titizlikle çalışılması halinde, giderek yaygınlaşacak ortak-mülk ve öz-yönetim alanları, kapitalist büyümeyi tetikleyen ve kendisi sorunun bir parçası haline gelen devletçi ve piyasacı çözümlere bir alternatif sunabilir. Ortak mülkiyet kurgusu üzerinde yükselen öz yönetim pratikleri, devlet ve piyasalarla ilişkilerini yeniden tarif edebilir. Bunun için öncelikli olarak, ortak mülk kavramının ve ortak mülkler sektörünün tanımlanmasına ihtiyaç duyuyoruz.
Bir varlığın mülkiyeti, o kaynaktan tüm yararlananlara tahsis edildiğinde bir ortak mülk tesis edilmiş olur. Bir sulama şebekesi, bir akarsu, kentsel arazi, kentsel barınma, yerel tohum çeşidi, kentsel ulaşım, içme suyu şebekesi, vb. tüm kullanıcılarını içine alacak ve o kaynaktan yararlanmayan tüm diğerlerini dışarıda bırakacak şekilde, bir ortak mülk olarak tarif edilebilir. Bu mülkiyetin devlet (yasalar) tarafından, farklı mülkiyet veya kullanım hakkı modelleri altında tanınması esastır ve bu noktada hukuk, yasalar ve devletle bir işbirliği gereklidir. Ekonomist Peter Barnes, ortak mülk olarak tanımlanan varlıkların miktarı arttıkça, bunların genişleyerek devlet ve özel sektörlere alternatif bir ortak mülk sektörü inşa edebileceğini söyler. Halihazırda çeşitli doğal varlıklar kolaylıkla ortak mülk statüsünde tanımlanabilir, bazıları için ise bu statünün inşası (veya yeniden inşası) gerekebilir.
Ortak mülklerin topluluklar tarafından öz-yönetimi hakkında yaptığı çalışmalarla 2009 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Elinor Ostrom, yeryüzündeki pekçok geleneksel özyönetim deneyimini incelemiş, kalıcı başarı sağlayan faktörleri belirlemiş, bu topluluklar için tasarım ilkeleri ortaya koymuştur. Bu ilkeleri kısaca özetleyebilir, mevcut veya olası uygulamaları bu ilkeler ışığında test edebiliriz:
1.      Ortak mülkün sınırları, kullanıcıları, hak sahipleri çok açık bir şekilde belirlenmiştir.
2.      Kullanma ve yararlanma kuralları yerel koşullarla uyumludur.
3.      Ortak-mülk alanının işleyiş kurallarından etkilenen tüm topluluk üyeleri, bu kurallar üzerinde söz sahibidir.
4.      Kaynak kullanımında, çıkarcı davranışlara ve yolsuzluklara karşı izleme ve denetim, bizzat o topluluğun güvenilir üyeleri tarafından yerine getirilmektedir.
5.      Kurallar ihlal edildiğinde uygulanan cezalar önce hafif ve ölçülüdür, ihlallerin tekrarı halinde artmaktadır.
6.      Topluluk üyeleri, kullanıcılar arasındaki veya kullanıcılarla görevliler arasındaki ihtilafları çözümleyecek mekanizmalara kolaylıkla ulaşabilecek yerel imkanlara sahiplerdir.
7.      Topluluk üyelerinin kendi kurumlarını ve kurallarını geliştirme hakları dışarıdan müdahale eden hükümet yöneticileri tarafından ihlal edilmemektedir.
8.      Ortak mülkü kullanma, izleme-denetleme, yaptırım, ihtilaf çözümleme ve yönetim faaliyetleri hiyerarşik örgütlenmeyen, içi içe geçmiş organlar tarafından yerine getirilmektedir.
Ostrom’un tasarım ilkeleri daha ziyade balıkçılık, sulama, hayvancılık gibi kırsal ve yerel ekonomik faaliyetleri izleyen saha çalışmalarına dayanmaktadır. Devletçi ve özelleştirmeci çözümlerin, kaynakların aşırı tüketimine, kırsal toplulukların çöküşüne, izleme-denetleme-yaptırım mekanizmalarında yolsuzluklara neden olduğunu fark eden çeşitli ülkeler, bazı doğal kaynakların yönetimini topluluklara devlet eliyle devretmektedir. Devrimci dönüşümün yaşanmadığı çeşitli Latin Amerika ülkelerinde bu çalışmalar Dünya Bankası kredileriyle projelendirilmekte, devrimci dönüşüm yaşanan ülkelerde ise toplumsal değişimin yerel ayağı olarak değerlendirilmektedir.
Ekonomist Peter Barnes, kapitalizmin temel kurumlarını eleştirdiği Kapitalizm 3.0 isimli kitabında ortak mülk alanlarının sistematik bir şekilde genişletilerek devlet sektörü ve özel sektör karşısında üçüncü bir “ortak mülkler” sektörünün inşasını önermektedir. Barnes’in önerisi devleti ve özel teşebbüsü dışlamayan bir yapısal dönüşüm çağrısıdır. Yaşamsal önem taşıyan toplumsal ve ekonomik faaliyetlerimizi içeren çok çeşitli kırsal ve kentsel ortak mülk alanlarının inşaasının ve özyönetiminin, gezegenimizi kemiren kapitalist büyümeye karşı durmak için kuvvetli bir alternatif sunduğunu düşünüyorum.
[1] Elinor Ostrom, Neither Market Nor State: Governance of Common Pool Resources in the 21st Century, 2 Haziran 1994, International Food Policy Research Institute, Washinton D.C.
[2] Peter Barnes, Capitalism 3.0. A Guide to Reclaiming the Commons, Berrett-Koehler, 2006.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder