Naomi Klein, iklim
değişikliği hakkında kitabı, Bu Herşeyi Değiştirir’in ikinci kısmında iklim
değişiklinin sahte çözümlerini ele alıyor: Büyük şirketlerle ilişkilerini
kolkola fosil yakıt arama faaliyeti yürütecek derecede ilerleten sivil toplum
örgütlerini, taban faaliyetlerini bir tarafa bırakıp yüksek siyaset
salonlarında politikacılarla koşturan sivil toplum teknokratlarını; çevre
hareketine göz kırpıp sonra yarı yolda bırakan büyük iş adamlarını, iş
adamlarının verdiği zararlı maddi teşviklerin peşinden koşan teknik yenilikçi
müteşebbisleri. Son olarak da tüm bu aktörlerin birlikte, iklim değişikliğine
bir çözüm (B planı) olarak ileri sürdükleri jeo-mühendislik (veya yeryüzü mühendisliği)
projelerini kitabın ikinci kısmında okuyabilirsiniz.
Jeo-mühendislik projeleri
şunları içeriyor: Okyanusların demirle gübrelenmesi (böylece atmosferdeki
karbonu özümseme kapasitelerinin artırılması), karbon yakalama ve depolama
teknolojileri, çöl yüzeylerinin beyaz örtülerle kaplanması, bulutların
parlaklığının artırılması (deniz suyu püskürtülerek), uzaya yansıtıcılar
yerleştirilmesi, atmosfere parçacıklar ve sülfat bileşikleri enjekte edilmesi (yanardağ
patlamaları sonrasında olduğu gibi). Bu potansiyel uygulamalar kulağa hoş gelen
bir ifadeyle Güneş Işınımı Yönetimi (Solar Radiation Management, SRM) olarak da
adlandırılıyor.
Kitapta bahsi geçen büyük
sermaye sahiplerinden Bill Gates’e göre jeo-mühendislik “sadece bir sigorta
poliçesi ... bazı şeyler umduğumuzdan hızlı kötüye giderse diye, yan cebimizde saklamamız
gereken alternatif”. Binalarda bulundurduğumuz yangın söndürme sistemleri gibi.
Klein’in buna yanıtı Şok
Doktrini: “Şok Doktrini tam da böyle çalışır. Gerçek bir krizin yarattığı
çaresizlik ortamında anlamlı tüm itirazlar buharlaşır ve her türden yüksek
riskli davranış geçici bir süre için makbul görülür. Hızlı bir değişim
döneminde harekete geçireceğimiz jeo-mühendislik teknolojilerini etik ve risk
açsısından, ancak kriz atmosferinin dışındayken değerlendirebiliriz.” Önerilen
teknolojiler öyle riskler içeriyor ki (kabuklu deniz canlıların yok olması,
atmosfer kirliliği, asit yağmurları, bölgesel kuraklıklar vb.) bu bölümün ana
karakterleri atom bombasıyla aşk yaşayan Dr. Strangelove’ı hatırlatıyor.
Pekala, teknolojisi
sınanan, fizibilitesi hazırlanan bu türden projeler gerçekten kullanılmaya ne
kadar yakın? “Geçmiş bize ciddi saha deneylerinin ardından harekete geçmenin
yakın olduğunu gösteriyor. Hiroşima ve Nagazaki ilk başarılı nükleer deneme
Trinity’den sonra bir ay içerisinde bombalanmıştı ... Manhattan projesinde
çalışan bilim insanları henüz sadece caydırıcı bir bomba geliştirdiklerini
düşünüyorlardı.” O halde belki de bugün, bu tür uygulamaları yasa dışı ilan
edecek uluslararası antlaşmalara ihtiyaç var, 171 ülkenin taraf olduğu 1972
tarihli Biyolojik Silahların Önlenmesi Antlaşması (BWC) gibi.
Nasıl oldu da, yaygın
anlatıya göre 1962’de Rachel Carson’un Sessiz Bahar’ıyla (Silent Spring)
başlayan militan karakterli modern çevre hareketi (Friends of the Earth 1969’da, Greenpeace 1971’de kurulmuştu), 1970’lerin
önemli kazanımlarının ardından (kirleten öder prensibini yaşama geçiren pek çok
çevre koruma yasası gibi), 2000’lere gelindiğinde ana gövdesini dilekçe ve lobi
faaliyetlerinin, avukatların, vitrinini ünlüler dünyasından isimlerin
oluşturduğu bir harekete dönüştü? Naomi Klein, çevre hareketinin, 1970’lerde
mahkemelerde ve mecliste kazanılan başarıların adından 1980’lerle birlikte
gelen neo-liberal dönüşümü kavrayamadığını, siyasetçileri hala birer yol
arkadaşı gibi görmeye devam ettiğini söylüyor. 1980’leri Büyük Yeşil olarak tanımladığı, büyük şirketler tarafından satın
alınmış kuruluşların doğuşu olarak değerlendiriyor. Peki, anomim şirketler ve
fosil endüstrisiyle çeşitli biçimlerde alışveriş içerisinde olan (bağış almak,
yatırımda bulunmak, ticari ortaklıklara girmek, yönetim kurullarında koltuk
paylaşmak vb.) bu Büyük Yeşil kimdir?
The Nature Conservancy,
Environmental Defence Fund, National Wildlife Federation, Conservation
International, The Nature Conservancy, Conservation Fund bunların başında
geliyor. The Nature Conservancy’nin ExxonMobil ile 1990’da başlayan ortaklığı
ve petrol çıkarma faaliyetleri kitapta uzun uzadıya ele alınmış. World Wildlife
Fund for Nature’ın da (WWF) Shell’le uzun yıllar devam eden ortaklığı olmuş. Bu
tür ilişkilere hiçbir şekilde girmemiş olan (yeterli varlıkları olmadığı için
veya prensip olarak reddettikleri için) kuruluşlar ise şöyle sıralanıyor:
Friends of the Earth, Greenpeace, Rainforest Action Network, Food and Water
Watch, 350.org, Earth First ve Sierra Club. (Bu arada Sierra Club’ın 2007-2010
yılları arasında bir doğa gaz şirketinden gizlice bağış aldığı ortaya çıkmış
fakat örgüt bu skandalın ardından şirketle arasında mesafe koymuş.)
Büyük Yeşil, çevre
koruma ve sürdürülebilirlik faaliyetlerinden hem doğanın hem de büyük
şirketlerin kazançlı çıkacağı, win-win çözümler peşinde koşuyor, bunun
sözcülüğünü yapıyor. İçlerindeki nüans farklarını dikkate almadan,
genelleştirerek konuşacak olursak, pek çoğu nükleer enerjiyi geçerli bir
alternatif olarak görüyor, doğal gaz ve kaya gazını, karbonsuz bir geleceğe
doğru ara aşama, bir köprü olarak görüyor. Kirletme hakkı ticareti gibi
esneklik mekanizmalarına sıcak yaklaşıyor. Koruma projelerinde yerlilerin ve
yoksulların haklarını gözetmeyen, indirgemeci bir bakış açısı benimsiyor –ki
Kyoto kapsamındaki bazı Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) projeleri de bunlara
dahil. (Örneğin, karbon tutma kapasitesi geliştirilecek diye biyoüretken bir
bölge şirketler tarafından satın alınıyor, karbon ofset elde ediliyor, yerliler
kapı dışarı ediliyor).
İklim problemine gönül
vermiş “kaygılı”, “sorumlu” iş adamlarının öyküleri (Richard Bronson, Warren
Buffett, Michael Bloomberg, Bill Gates kitapta ismi geçenler), önce vaat edilen
sonra geri çekilen fonlar, nükleer start-up şirketlere, kaya gazına,
jeo-mühendislik projelerine yatırılan paralar şu gerçeği teyit ediyor: Bu işler
gönüllülük esasına göre, veya zenginlerin sorumluluk duygusu gereği olmayacak!
Bu kapanış bana küresel
iklim görüşmelerinde gelinen noktayı hatırlatıyor. Bağlayıcı taahhüt ve
yaptırımların değil, gönüllülüğün esas alınacağı bir iklim rejimine doğru
sürükleniyoruz. ABD-Çin, Avrupa ve diğerlerinin verdiği sözler ne kadar umut
verici olursa olsun, yasalaştırılmadığı müddetçe atılması beklenen adımların
güvencesi ne olacak? Artık böyle bir umut kalmadığına göre, ülkeler bazında
indirimlerin değil, iklim mücadelesinin içerdiği tüm dönüşümlerin yasalaşması
için mücadele vereceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder