Yaklaşık bir
hafta süren bir çabanın ardından, bulunduğum Worcester’dan New York’a, “Halkın
İklim Yürüyüşü”ne katılmak üzere hareket eden bir otobüs yakalamayı başardım. Toplu
ulaşım altyapısının son derece zayıf olduğu bir ülkede yüz binlerce insanı
günübirlik oradan oraya taşımak başlı başına bir organizasyon gerektiriyor. Amerikalılar,
mevcut ulaşım imkanları yeterli olmadığından, otobüs, tren, karavan, otomobil
paylaşımı gibi her türlü yola başvurdular New York’a ulaşmak için. Ülkenin
batısından yola çıkan bir tren, bir grup iklim aktivistiyle birlikte günlerdir
yoldaydı ve uğradığı duraklarda eğitim düzenliyor, halkın iklim değişikliği
hakkındaki görüşlerini alıyordu. Yürüyüşün hazırlıkları aylar önce başlamış,
1500’ün üzerinde taban hareketi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı
sağlanmıştı. Zamana yayılan, planlı bir çalışmanın ürünü olan bu eylem için
yürüyüş öncesinde 200 bin kişinin katılımı beklenirken, gösteri sonrası tespit
edilen rakamlar 300 ila 400 bin kişinin katıldığını gösteriyor. Kuşkusuz,
tarihin en geniş katılımlı iklim ve çevre eylemine tanık olduk. Uzun yıllara
yayılan bilgilendirme ve eğitim çalışmaları halkın devlet yönetimine ve anonim
şirketlere karşı öfkesiyle birleşti. Aylarca önce başlayan lojistik çalışmalar
yetersiz kaldı, otobüsleri ve trenleri erken rezerve edip dolduran insanların
umudu ve enerjisinden güç alan pek çok Amerikalı da bu eyleme katıldı. Ön
çalışma kendiliğindenlikle birleşti ve görkemli bir buluşma yaşandı.
23 Eylül 2014 Salı
22 Eylül 2014 Pazartesi
23 Eylül, BM New York İklim Zirvesi’nin Anlamı
Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC, 1992) ve üçüncü
taraflar Konferansı (Kyoto, 1997), küresel yönetim tarihinde görülmemiş
derecede ileri bir adımdı. UNFCCC ile birlikte iklim değişikliği, uluslararası
sistemin ve bunun etkisinde şekillenen ulusal ekonomik kararların önemli bir
belirleyeni oldu. İklim değişikliğini göğüslemek fosil yakıtlara dayalı mevcut
altyapının aşamalı tasfiyesini, yenilenebilir enerji teknolojilerine dayalı
yeni bir altyapının inşasını, üretken ekosistemlerin korunması adına belirli
kalkınma projelerinden feragat edilmesini, üstelik değişen iklim koşullarına
karşı uyum önlemlerinin alınmasını gerektirdiği için elbette masraflıydı. UNFCCC
bu yükün paylaşılmasında sorumluluk ve kapasiteye dayalı ilerici bir prensip
getirdi. Buna göre ülkeler bu yükü problemin ortaya çıkışındaki sorumlulukları ve problemin çözümü için
sahip oldukları kapasiteleri
ölçüsünde paylaşacaklardı. Bu prensip gelişmiş ülkelere işaret ediyordu, fakat
nasıl uygulamaya konacağı belirsizdi. Kyoto Protokolü buna basit bir çözüm
geliştirdi. Ülkeleri zenginler (Ek B) ve yoksullar (Ek B dışı) olarak ikiye
ayırdı ve yoksul ülkelere sera gazı salımı hususunda herhangi bir sınır
getirmezken, gelişmiş ülkeleri 1990 yılı salımlarını baz alarak belirli
indirimler taahhüt etmeye davet etti. Kısaca şunu söyleyerek Kyoto’yla ilgili
kısmı geçelim: Pek çok şey oldu, ABD antlaşmayı imzalamayarak altını oydu,
sınırla-al-sat gibi esneklik mekanizmaları yüzsüzce suistimal edildi. Fakat
esas konu şu ki, Kyoto’nun geçerli olduğu (1997-2012) ve mükemmel uygulandığı
bir dünyada sera gazı salımları 1990 yılı baz alındığında yaklaşık %25
artacaktı. Gerçek salım artışı %60 oranında seyretti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)