15 Haziran 2006 Perşembe

Farklı Bir Yaşam Biçimi Gerekiyor

Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden, Ali Kerem Saysel ile BÜMED dergisi tarafından yapılan söyleşi, Haziran, 2006.

Nükleer santral kurulmasını savunan kesimlerin en önemli gerekçesi artan enerji talebi. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Yardımcı Doçent Ali Kerem Saysel ise bu gerekçenin haklılığını sorguluyor. Nükleer santrallere karşı, temiz ve sürdürülebilir enerji kaynaklarını savunan Saysel, enerji talebini körükleyen yaşam biçiminin de tartışılması gerektiğini vurguluyor.

Nükleer santral kararının en önemli gerekçelerinden biri olarak Türkiye’nin enerji açığından bahsediliyor. Siz bu gerekçeye katılıyor musunuz?

Enerji açığıyla ilgili olarak farklı tahminler var. Bu tahminlerin ve projeksiyonların nasıl yapıldığını çok iyi incelemek gerekiyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın bugünkü nükleer enerji politikasına temel oluşturan bir projeksiyona göre, 2020 senesinde 570 milyar kwh enerji ihtiyacı olacağı öngörülüyor. Fakat Elektrik Mühendisleri Odası, aynı tarihte Türkiye’nin 310 milyar kwh enerjiye ihtiyaç duyacağını tahmin ediyor. TÜSİAD’ın hazırladığı bir raporda ise bu rakam 315 milyar kwh olarak belirtiliyor. Dolayısıyla bu projeksiyonların hepsinin temelinde yatan yöntem ve varsayımları iyi incelemek gerekiyor.

Tarafların çok farklı verilerle ortaya çıktığını görebiliyoruz. Sadece enerji açığı için değil, nükleer enerji tartışmasının diğer boyutları için de aynı şey geçerli. Bu konuda, başta üniversiteler olmak üzere, bağımsız araştırmacılara büyük görev düşüyor. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde Ebru Özdemir tarafından dinamik sistem modellemesi yaklaşımıyla gerçekleştirilen bir tez çalışmasında, Türkiye’nin önümüzdeki 20-30 sene içinde ortaya çıkacak enerji ihtiyacını yenilenebilir enerji kaynaklarıyla karşılayabileceği sonucuna varılıyor. Bu tür çalışmaların başka çalışmalarla da mutlaka karşılaştırılması, sınanması gerekiyor. Ben kişisel olarak iktidar odaklarından bağımsız kuruluşların araştırmalarına daha fazla itibar etme eğilimindeyim.

Nükleer enerjinin daha ekonomik olduğu görüşü de bir başka önemli argüman. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?

Aslında nükleer enerji endüstrisi 1970’lerin ortalarından itibaren çok ciddi bir krizin içine girdi. Özellikle Three Miles Island kazası ve Çernobil faciasının da etkisiyle nükleer enerji endüstrisi için zor bir dönem başladı. Ancak bu kriz, sadece çevreci grupların baskısından değil aynı zamanda ekonomik gerekçelerden de kaynaklanıyordu. Çünkü nükleer enerji santrallerinin kurulum maliyeti çok yüksektir, ayrıca kurulum süresi de çok uzundur. Bir nükleer santralin atık yönetimini, risk-sigorta pirimlerini, o santral ekonomik ömrünü tamamladığında tasfiyesi için gerekecek harcamalar gibi maliyetleri de düşündüğünüzde, nükleer enerji alternatiflerine kıyasla çok pahalı bir enerjidir. A.B.D.’de nükleer endüstrinin, yapılan özel enerji alım anlaşmalarıyla, özel kredi koşullarıyla ve ödemeleri gereken risk primlerine çok düşük tavan seviyeleri uygulanarak ayakta tutulabildiğini görüyoruz. TAEK’in açıklamaları, Türkiye’de de nükleer enerjiye ciddi devlet destekleri verileceğine işaret ediyor. Bütün bunlar, nükleer enerjinin öne sürüldüğü gibi ekonomik olmadığını, belirli siyasi tercihler doğrultusunda ciddi devlet sübvansiyonlarıyla desteklendiğini gösteriyor.

Şimdi bu eğilimin tersine döndüğünü söylemek mümkün mü?

Geri dönülmez bir şekilde yükselen petrol fiyatları, fosil yakıtların tükenmeye başlaması, sera etkisi yapan gaz emisyonlarının azaltılması gerekliliği gibi nedenler, nükleer enerji açısından yeniden olumlu bir atmosfer yaratmış gibi görünüyor. Türkiye’nin nükleer enerjiyi yeniden gündemine almasında bu eğilimin de etkisi var. Aslında küresel planda, nükleer enerji için en yüksek talep Çin ve Hindistan gibi kalkınmakta olan dev ülkelerden geliyor. Mevcut büyüme eğilimlerinin devam etmesi halinde bu ülkelerin gelecekte muazzam bir enerji ihtiyacı olacak ve onlar bu ihtiyacı gidermek için her tür enerji kaynağına yönelmeye hazırlar. Nükleer endüstrinin bu atmosfer içinde yeniden yükselişe geçmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Türkiye konumunu böylesi bir ortamda belirleyecek.

Nükleer enerjinin bu yeniden yükselişi sadece gelişmekte olan ülkelerde mi yaşanıyor? A.B.D. ve Avrupa için de aynı eğilimden bahsedebilir miyiz?

A.B.D. ve İngiltere’de mevcut iktidarlar nükleer enerji konusunda çok istekli. A.B.D.’de 2002 yılında nükleer enerjiye büyük destek veren, kredi desteği ve alım garantisi gibi unsurlar içeren kapsamlı bir program açıklandı. Ancak benim bilgim dahilinde, nükleer endüstri ve uranyum madenciliğiyle iç içe çalışan Avustralya’daki Uranium Information Center veya Nuclear Energy Institute gibi kuruluşların dışında, nükleer enerji için şu anda uygun bir ekonomik ortam bulunduğunu savunan pek kimse yok. İngiltere’de de Tony Blair hükümeti kendi sürdürülebilir kalkınma danışma komisyonundan nükleer programla ilgili çok ağır bir eleştiri aldı. Almanya ve İsveç, senelerdir nükleer altyapısını tasfiye etme çabasında. Zaten güçlü bir nükleer altyapıya sahip olan Fransa, İspanya ve Japonya gibi ülkeler ise bu altyapılarını korumaya çalışıyorlar. Avrupa’daki temel eğilimin yenilenebilir enerji yönünde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun tek istisnası, son yıllarda birkaç nükleer santral birden ısmarlayan Finlandiya.

Çin, Hindistan ve belki şimdilik Brezilya gibi ülkeler ise, gerçekten muazzam derecede büyüyen dev ülkeler. Bu ülkeler, yüksek büyüme oranları nedeniyle büyük miktarda enerjiye ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle hem fosil yakıtları bol bol kullanmak istiyorlar, hem nükleer enerjiye yöneliyorlar. Türkiye’nin ise bu ülkeler kadar büyüme ve enerji talebi oluşturma potansiyeli yok.

Yani Batı ülkelerinde nükleer enerjinin artık ortadan kalkmaya başladığı söylenebilir mi?

Nükleer enerji Batı için artık vazgeçilmiş değil. Nükleer endüstrinin kendi içinde kat ettiği teknik gelişmeler hakkında konuşabilecek durumda değilim, ama yeniden pazara dahil olmaya çalışan, ayakta kalma çabası veren bir sektörün özellikle 1970’ler ve 80’lerde açığa çıkan kötü sicilinin ardından güvenlik anlamında belirli gelişmeler yaşadığını var sayabiliriz. Daha güvenli ve daha düşük maliyetli üretim konusunda belirli çalışmalar yapılıyor. Ama Batılı ülkelerin Hindistan veya Çin kadar yüksek bir enerji ihtiyacı olmayacağı için, bu ülkelerde enerji açığının yenilenebilir kaynaklardan karşılanması ihtimali daha yüksek. Gelişmekte olan ülkelerin ise temiz ve yenilenebilir enerji problemini tek başlarına çözme potansiyelleri yok. Aslında enerji, fosil yakıtlar, küresel ısınma, nükleer ve benzeri konulardan bahsederken ulusal bir çerçevenin içinden konuşmak yanıltıcı sonuçlar üretiyor. Sorun tümüyle küresel. Gelişmekte olan ülkelerin enerji ihtiyaçlarının temiz ve yenilenebilir kaynaklara ağırlık verecek şekilde küresel bir eylem planı çerçevesinde çözümlenmesi gerekiyor. Ekolojik açıdan değerlendirdiğinizde dünya şu anda, hiçbir zaman olmadığı kadar acil küresel bir dayanışmaya ve Kuzey-Güney işbirliğine ihtiyaç duyuyor.

Gelişen teknolojiyle birlikte nükleer enerjinin çok daha güvenli hale geldiği görüşüne katılıyor musunuz?

Teknolojik bazı aşamalar kat edilmiş olabilir. Ancak güvenlik sorunun sadece teknolojik bir sorun olarak tartışılması aşırı kendinden emin yaklaşım. Çünkü, güvenlik sadece teknik bir sorun değildir. Nükleer muhalefet sürekli “insan faktörüne” işaret ediyor ve son derece haklılar. Hiçbir sürücü kaza yapmak niyetiyle yola çıkmaz. Ama sonuçta kazalar yaşanıyor. Güvenlik konusunun toplumsal denetlenebilirlik ve hesap verebilirlik açısından da tartışılması gerekiyor. Kapalı kapılar ardında alınan kararların, gizli uygulamaların egemen olduğu, birinci dereceden etkilenecek insanların, örneğin Sinop halkının tribünlere davet edildiği bir sürecin kamuya hesap vermesi ve güvenli olması mümkün değildir.

Nükleer enerjinin Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltacağı tezi de önemli argümanlardan birisi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Fosil yakıtlara dayalı bir enerji altyapısının dışa bağımlı olduğu çok açık. Ancak nükleer enerjinin de kuruluş aşamasında teknolojik açıdan dışa bağımlı olduğu söylenebilir. Türkiye’nin bu konuda kendi öğrenme sürecini yaşaması zaman alacaktır. Ayrıca yakıt konusu da önemli. Uranyumun enerji üretiminde kullanılabilmesi için zenginleştirilmesi gerekiyor. Türkiye’nin kendi uranyum zenginleştirme kapasitesini oluşturma çabası, bugün İran’ın uluslar arası toplumda yaşadığı sıkıntıların yaşanmasına neden olacaktır. Türkiye, zenginleştirilmiş uranyum ithalatçısı bir ülke konumuna itilebilir. Bağımsızlık argümanını kullananların gündeme getirdiği bir başka konu da Türkiye’deki toryum kaynakları. Ancak şu anda dünyada toryumla çalışan nükleer santral yok. Yani, bu hala geliştirilmesi gereken bir teknoloji. Eğer yeni teknolojilerin geliştirilmesi söz konusu ise, daha fazla gelecek vaat eden temiz ve yenilenebilir teknolojileri tartışmak çok daha önemli.

Özellikle yabancı bazı uzmanlar ve siyasiler, İran’dan sonra Türkiye’nin de nükleer silahlanma yarışına girebileceğini belirtiyor. Nükleer enerji ile nükleer silahlanma arasındaki bağlantı konusunda siz neler söyleyebilirsiniz?

Hükümetin ve nükleer enerjiyi açıkça destekleyen çeşitli kesimlerin enerji açığının karşılanması, güvenilirlik, ekonomiklik, bağımsızlık ve temizlik gibi temel argümanlarını pek çok yönden yanıltıcı buluyorum. Mevcut koşullar altında Türkiye’de nükleer santralleri sivil argümanlar temelinde savunmak rasyonel değil. Dolayısıyla Türkiye’de bir nükleer enerji altyapısı oluşturulması konusunda bu kadar ısrar edilmesi, bazı soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Çok açık ifade edilmese de herkes, nükleer teknolojinin nükleer silahlanma için çok önemli bir potansiyel oluşturduğunu biliyor. Zaten nükleer enerji, tarihsel olarak da militer yapının içinde gelişen ve yayılan bir teknoloji. İspanya’da Franco diktatörlüğü döneminde, Fransa’da Charles de Gaulle iktidarında nükleer teknolojiye ağırlık verilmiş olması bir tesadüf değil. Türkiye’de de askerler nükleer santralleri istediklerini çeşitli vesilelerle ima ettiler. Nükleer Silahların Yayılmasına Karşı Anlaşma’nın (NPT) geçerliliğini fiilen yitirdiği bir dünyada Türkiye’nin de nükleer silahlanma alternatifini elinde tutmak istediğine inanıyorum. Enerji planlaması alanındaki araştırma ve tartışmaların bağlamıyla Nükleer santral tartışmalarının bağlamı arasındaki muazzam uçurum bu şüphelerimi güçlendiriyor.

Dünya ekonomisi böylesine büyürken ve fosil yakıtların tükenmesi gündemdeyken, alternatif olarak adlandırılan (güneş, rüzgar vb) enerji kaynakları küresel düzeyde gerçekten inandırıcı bir alternatif oluşturuyor mu?

Kolay olmamakla birlikte ben temiz ve yenilenebilir kaynakların gerçekten bir alternatif olduğu düşüncesindeyim. Bu noktada teknoloji yönetimi ve “policy” ile ilgili öngörülerimizin bilimsel olarak sınanabilir olduğu belki azami 20-30 senelik bir gelecek ile bu geleceğin ötesine dair tartışmaları birbirinden bir süre için ayırmak faydalı olabilir. Eğer önümüzdeki 20-30 seneyi konuşuyorsak, bu zaman zarfında Kuzey ve Güney’de ve tabii ki Türkiye’de açığa çıkacak olan enerji talebinin başta enerji üretim-tüketim verimliliğinin sağlanması olmak üzere yenilenebilir temiz kaynaklara yönelerek karşılanabileceğine inanıyorum. Bu teknoloji yönetimi, ar-ge, toplumsal politikalar ve uluslar arası diyalog ile ilgili bir sorundur. Bu alanda çok sayıda uzman çalışmakta, çok sayıda görüş üretilmektedir. Fakat, mevcut küresel büyüme oranları uzun vadede de devam ederse ve enerji talebimiz bununla orantılı olarak artarsa, bu ihtiyacı ne fosil yakıtlar ne nükleer enerji ne de yenilenebilir alternatifler karşılayabilir. Dolayısıyla zaten sürdürülebilir bir yaşam alternatifi bulunması gerekiyor. Artık günlük politikaların ötesinde, geleceğe ilişkin bir tasarımı tartışmamız gerekiyor. İnsanların refahı ve mutluluğu için üretim ve tüketimin ve enerji talebinin sürekli artmasını gerektirmeyen bir yaşam tarzını araştırmak gerekiyor. Bu alanda ortaya çıkan deneyim, fikir ve literatür ağırlıklı olarak akademinin ve profesyonel ar-ge kuruluşlarının dışında gelişmektedir fakat profesyonellerin de bu tartışmalara kulak kabartmaları gerekir diye düşünüyorum.

Bu noktada, alternatif enerji kaynaklarını savunan kesimlerin, aynı zamanda enerjinin kullanım biçimlerini sorgulayan alternatif yaşam biçimlerini de gündeme getirmesi kaçınılmaz görünüyor...

Elbette. Bu kesimlerin alternatif yaşam biçimlerini savunma konusunda da ısrarcı olması gerekiyor. Soruna kısa vadeli yaklaştığınızda, bu bir enerji planlaması sorunudur, “policy” sorunudur. Bu planlamanın eldeki en iyi yöntemlerle ve mümkün olduğunca katılımcı bir şekilde yapılması gerekir. Bu açıdan bakılırsa, sadece A.B.D.’de otomobillere yakıt verimliliği standardı getirilmesi, petrolün fiyatının gerçekçi bir şekilde vergilendirilmesi gibi basit önlemler bile enerji talebini önemli ölçüde azaltacaktır. Bu, diğer ülkeler için de geçerli. Ancak daha uzun vadeli olarak bakarsanız, farklı bir yaşam biçiminin de gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla yenilenebilir enerji kaynaklarını savunan insanların, kendilerini sadece kısa vadeli bir perspektif içine hapsetmeleri kendileri açısından bir çelişki ve zafiyet yaratacaktır. Sürekli büyüyen, üretimi ve tüketimi sürekli artan bir dünyada, hiçbir enerji kaynağı yeterli olmayacaktır. Bu sadece enerji planlamacılarının, siyasetçilerin, çevrecilerin değil, bütün insanlığın sorunudur.

1 yorum:

  1. Herşeyin düğümlendiği yer aslında politika. Bugün temelde yaşamımızı sürdürmemizde ehemmiyeti olmayan birçok şeyi kullanıyoruz. Ben bu örneği çok veririm.Kozmetik firmalarından birinin gazetede bir ilanı vardı. Devrim niteliğinde bir gelişme ile "İFADE KIRIŞIKLIĞI" denen bir sorunu halleden ürünlerini tanıtıyorlardı.Böyle bişey olabilir mi ya?Yani siz bu yorumu okuyup bana kızsanız ve temsil misal kaşlarınızı çatsanız, bu sizin yüzünüzde kalıcı(!)izler oluşmasına neden olacak bir sorundur.İfadelerin yüzümüze yansımasının bile bir sorun olarak tanımlanması ve bunu ortadan kaldıran bir ürünün piyasaya sürülmesine niye izin verilir?Dünyanın kaynaklarını böyle saçma sapan şeylere niye harcarız?Benim aklım hafsalam almıyor Ali Hocam.İfade kırışıklığı diye bir sorun olur mu Allahaşkına ya!

    YanıtlaSil