Şiddetli bir çevresel ve ekolojik değişim, belki de bir çöküş çağında yaşıyoruz. Bu değişimi bir ölçüde günlük deneyimlerimizle hissediyor, bir ölçüde de bizim dışımızdaki, bize uzak bilgi kaynaklarından öğreniyoruz. Soluduğumuz küresel atmosferin içeriği bundan yüzyıl öncesine göre bugün çok daha farklı. Halen artmakta olan ve endüstri çağı öncesine göre iki misline yaklaşmakta olan atmosferdeki sera gazları iklimleri giderek daha kararsız hale getiriyor. İnsan toplumlarının yaşam destek sistemlerini oluşturan temel ekosistemler, örneğin ormanlar, sulak alanlar ve kıyı şeritleri hem nitelik hem de nicelik itibariyle giderek azalıyor. Dünyayı birlikte paylaştığımız canlı türlerinin sayısı muazzam bir hızla azalıyor ve içinde yaşadığımız yüzyılın sonunda bugün sahip olduğumuz biyolojik çeşitliliğin yarısını kaybedeceğimiz tahmin ediliyor.
Bu sorunların belki de ana kaynağı olan üretim-tüketim süreçlerine bağlı kaynak israfı ve kirlilik, küresel, bölgesel ve yerel ölçekte şiddetle tırmanmaya devam ediyor. Bu gidişatın durdurulabilmesi veya hiç değilse frenlenebilmesi için ihtiyaç duyulan teknolojik ve yönetsel alternatiflerin neler olabileceği bir ölçüde bilinmekle birlikte mevcut politik ve ekonomik sistem bu önlemlerin yaygın bir şekilde uygulanabilmesine imkân tanımıyor. Tek taraflı siyasetin ve son kertede kaba kuvvetin belirleyici olduğu bir devletlerarası sistemin ve devlet ve şirket partilerinin esareti altındaki ulusal demokrasilerin egemen olduğu, aşırı yoksullaşma ve göçler neticesinde yerel toplulukların geleneksel dayanışma ve yardımlaşma kültürlerini yitirdiği bir dünyada, ekolojik yıkıma dur diyebilecek önlemlerin uygulanabilmesi çok daha güç hale geliyor.
Oysa atmosferin, suyun ve gıda ve gen kaynaklarının gelecek nesiller adına korunabilmesi için bugün ihtiyaç duyulan en önemli şey, küresel, ulusal ve bölgesel ölçekte dayanışma ve yardımlaşma. Dayanışma ve yardımlaşmanın tesis edilebilmesi için ise, endüstriyel uygarlığın üretim faaliyeti ve buna bağlı refah ve zenginleşme süreçleri neticesinde ortaya çıkan ekolojik sorunlara hakkaniyet ve demokrasi ilkeleri etrafında yaklaşmak bir zorunluluk. Çünkü hakkaniyeti ve demokrasiyi temel almayan yardımlaşma ve dayanışma mekanizmalarının yoksullara ve ezilenlere dayatılabilmesi neredeyse imkânsız.
BGST Yayınları tarafından bir seri halinde yayınlanan üç ekoloji kitabı, çağımızın en çetin üç ekoloji problemine, gıda ve gen kaynaklarımızın yok oluşuna, küresel iklim değişimine ve su kaynaklarımızın karşı karşıya bulunduğu tehlikeye hakkaniyet ve demokrasi ilkeleri etrafında yaklaşıyor.
Serinin birinci kitabı Çalınmış Hasat: Küresel Gıda Soygunu, Hindistanlı araştırmacı ve aktivist Vandana Shiva tarafından kaleme alınmış. Vandana Shiva bu kitapta Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşların ve onların ortağı konumundaki küresel gıda tekellerinin dayattığı tarım ve gıda sistemleriyle halkların ve yerel toplulukların geleneksel tarım ve gıda sistemleri arasındaki mücadeleyi konu alıyor. Bu mücadelenin bir kanadında yeryüzündeki yaşamın bütünlüğünü ve ekosistemlerin sınırlarını hiçe sayan endüstriyel tarım faaliyetleri, diğer tarafında ise diğer canlı türlerinin ihtiyaçlarıyla ve doğanın kurallarıyla uyum gözeten geleneksel tarım faaliyetleri bulunuyor. Genetiği değiştirilmiş tarım bitkilerinin, tohum çeşitleri üzerinde fikri mülkiyet haklarının, aşırı miktarlarda kimyasal girdi ve enerji tüketen çiftlik hayvancılığı ve su kültürlerinin gıda üretimine egemen olduğu bir dünyada, geçimlik ekonomilerin ve yüz milyonlarca küçük çiftçinin mülksüzleşmesi ve yerinden edilmesi kaçınılmaz hale geliyor. Çalınmış Hasat gerçekçi bir tablo çizmekle birlikte gelecek hakkında umutsuz değil: Küresel ölçekte büyümekte ve birbirleriyle ilişkilenmekte olan köylü-çiftçi hareketlerinin “gıda egemenliğini” yeniden kazanmak üzere tüketici hareketleri ve bilim insanları ile kurdukları koalisyonlara özellikle değiniyor.
Serinin ikinci kitabı Ölümcül Sıcak: Küresel Adalet ve Küresel Isınma, Amerikalı toplumsal ekolojist Tom Athanasiou ve ekolojik ekonomist Paul Baer tarafından yazılmış. Athanasiou ve Baer bu kitapta, bilim insanlarının küresel iklim değişimi hakkındaki bulgularını ve tahminlerini konuya yabancı insanların anlayabileceği bir dilde mükemmel bir şekilde özetledikten sonra şu temel gerçekleri çok açık ve net ifadelerle tartışıyorlar: İklim değişiminin yavaşlatılabilmesi ve etkilerinin hafifletilebilmesi için bugün atılmış adımlar doğru yönde olmakla birlikte kesinlikle yetersizdir. Beklenen aşırı yıkıcı iklim olaylarını zayıflatabilmek için mevcut Kyoto protokolünün ötesinde, belki onun devamı niteliğinde olan fakat daha uzun vadeli hedefler taşıyan ve her şeyden önemlisi “küresel” olan, yani tüm dünya devletlerini şemsiyesi altına alan bir sözleşmeye ihtiyaç vardır. Peki bu sözleşme küresel adalet vaat etmeden mümkün olabilir mi? Athanasiou ve Baer’in bu soruya verdikleri yanıt, hayır. İklim üzerinde çalışan pek çok taban hareketinin, bazı Batılı devlet yöneticilerinin ve çok sayıda Güney devletinin konu hakkındaki önerilerinin sentezinden hareketle savundukları alternatif “kişi başına emisyon hakları” ilkesine dayalı bir uluslararası sözleşme. Athanasiou ve Baer’e göre insanlığın “ortak mülkü” olan “ortak atmosferimiz” üzerinde eşit haklar ilkesinden hareket etmeyen, mevcut statükoyu ve ayrımcılığı koruyan veya kuvvetlendiren hiçbir küresel sözleşme kalıcı ve uygulanabilir olamaz. Fakat diğer taraftan da, küresel olmayan hiçbir sözleşme iklim değişimini maalesef zayıflatamaz.
Serinin üçüncü kitabı yine Vandana Shiva tarafından yazılmış olan Su Savaşları: Özelleştirme, Kirlenme ve Kâr. Shiva bu kitapta “su haklarının” tarihsel gerileyişini ele alıyor. Bir zamanlar “ortak mülk” olan ve geleneksel kurumlar ve dayanışma ilkeleri çerçevesinde işletilen ve paylaşılan su kaynaklarının zaman içerisinde nasıl önce özel mülk haline geldiğini, ardından devlet denetimine geçtiğini ve bugün tekrardan özel şirketler tarafından alınıp satılan bir mülk haline dönüştüğünü anlatıyor. Önce büyük barajlar ve büyük sulama projeleri marifetiyle yaratılan ekolojik problemler ve su kıtlığının bugün büyük şirketler için bir piyasa olanağına dönüştürüldüğünü savunuyor. Shiva’nın sömürge öncesi Hindistan’ın geleneksel sulama ve tarım teknolojileri hakkında verdiği örnekler ise özellikle çarpıcı. Kadim Hindistan’da adem-i merkeziyetçi sulama şebekeleri ve depolama sistemlerinin, örneğin Hindistan’ın Racastan eyaleti gibi dünyanın önemli derecede kurak ve yarı çöl bölgelerinden birinde tarımı ve yaşamı nasıl mümkün kıldığını anlatıyor. Küresel iklim değişiminin etkileriyle birlikte insan kaynaklı su kıtlığı ve kuraklıkların etkilerinin şiddetleneceği gelecekte, suyun piyasa değerini değil ruhani ve ekolojik değerini temel alan ve topluluk denetimine dayanan su yönetim sistemlerinin gıda üretiminin ve yaşamın devamı açısından çok büyük önem kazanacağını vurguluyor.
Son olarak, BGST Yayınları ekoloji serisini oluşturan bu üç kitabın ortak iki yönünü vurgulamakta yarar var: Birincisi, her üç kitap da bilimsel ve teknik bilgiye değer veren, bu bilgileri uzman olmayan okuyucularla örnek bir şekilde paylaşan çalışmalar. İkinci olarak, her üç kitap da, kirlenen doğal çevre ve niteliksizleşen gıda ve su kaynaklarımız karşısında life-style, “yaşam tarzı” çözümlerin öne çıkarıldığı ve pazarlandığı günümüzde toplumsal analize ve aktivizme değer veren eserler.
Bu yazı 27 Nisan 2007 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder