Bir önceki yazımızda nükleer güç santrallerinin, tüm yakıt çevrimi dikkate alındığında, alternatiflerine göre açık mukayeseli bir üstünlüğü olmadığını, göreli üstünlüğün zaman içerisinde ortadan kalkacağını belirtmiştik.
Hakemli dergilerde yayımlanan çeşitli araştırma sonuçlarına dayanan bu iddia bazılarını yeterince ikna etmeyebilir. Alternatif olarak, nükleerin karbon yoğunluğunun her daim düşük kalacağı, hiçbir zaman bir doğal gaz santrali mertebesine ulaşmayacağı söylenebilir.
Bir an için bu ikinci iddianın doğru olduğunu varsayalım ve diyelim ki nükleerin karbon yoğunluğu güneşin veya biyokütlenin karbon yoğunluğunu hiçbir zaman geçmeyecek. Bu koşullar altında, nükleerin iklim değişimi için esaslı bir çözüm olduğunu iddia edebilir miyiz?
Nükleeri iklim değişimi çözüm paketinin içine yerleştiren zihniyet, ihtiyaç duyulan salım indirimleri hakkında karar vericiler ve yurttaşlar arasında yaygın olan hatalı bir anlayıştan besleniyor. Bu hatalı anlayışa göre zannediliyor ki, karbon salımlarının artış hızının aşamalı bir şekilde azaltılması ve ardından bugünkü seviyenin üzerinde bir dengeye kavuşturulması iklim değişimi ile mücadelede yeterli olacak. Eğer çözüm buysa, ulusal ekonominin karbon yoğunluğunu göreli olarak iyileştirmek suretiyle görevimizi yerine getirebiliriz. Bu göreli iyileştirme paketi içinde nükleer de yer alabilir.
Hatta meseleye sadece karar vericiler, yani politikacılar ve enerji bürokrasisi açısından baktığımızda, onların ciddi bir salım indirimi gündemini aslında reddetme eğiliminde oldukları dahi söylenebilir. Mademki salımları azaltamayacağız, iklimler nasıl olsa değişecek, iyisi mi biz bu değişime nasıl uyum gösterebiliriz onunla yetinelim diye düşünüyor olabilirler. Durum böyle ise nükleerin iklim değişimiyle mücadelenin bir aracıymış gibi sunulması inandırıcılığını tümüyle yitirir.
İklim değişimiyle ilgili gerçeklere dönecek olursak, Kyoto’nun devamı niteliğinde, günü değil gezegeni kurtaracak uluslararası bir iklim değişimi anlaşmasının küresel olması zorunluluğu ve toplam salımların yüzyıl zarfında bugünkü değerinin yaklaşık beşte birine indirilmesi gerektiği biliniyor. Türkiye, tüm dünya devletleriyle birlikte üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek olduğunda, bu güne ait yaklaşık 60 milyon ton karbon eşdeğeri salımın benzer bir zaman menzilinde, kaba bir tahminle, üçte birine indirilmesi gerekecek. Bu indirimin büyüyen bir ekonomide, zamana karşı yarışarak gerçekleştirilmesi gerektiğini de unutmayalım, zira hedeflenen indirim seviyesi zamandan bağımsız değil, belirli bir anda yakalanması gereken bir hedef.
Bu yarışı kazanabilmek için, seragazı salımlarının baş aktörü konumundaki enerji sektöründe, fosil yakıt altyapısının yenilenebilir enerji ile mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ikame edilmesi gerekir. Nükleeri bir çare olarak görenler onun –iyimser bir tahminle– ortalama 15 senelik kurulum süresinden kaynaklanan gecikmeyi hiç hesaba katmıyorlar. Nükleer enerjiyi, eğer karbon salımları düşükse, iklim değişimiyle mücadelede bir araç haline getirmek için onlarca güç reaktörü kurmak gerekiyor. Nükleer endüstrinin mevcut kapasitesi, mali kaynaklar, denetim, güvenlik ve uzmanlık gibi kısıtların tümü bir araya getirildiğinde onlarca güç reaktörü bir arada kurulamayacağına göre, her bir reaktörün kurulum süresinden kaynaklanan gecikmeleri aritmetik olarak toplayıp, zamana karşı yarış bu yolla kazanılabilir mi, kendiniz karar verebilirsiniz.
Nükleer güç santrallerini iklim değişimi çözüm paketinin içine yerleştirenlere, birinci yazıda sözünü ettiğimiz bağımsız araştırmaların yanısıra, zamana karşı verilmesi icab eden yarışı ve kurulum gecikmelerini de hatırlatmak gerekiyor. Bu iki faktör bir arada değerlendirildiğinde, nükleer enerji ve iklim değişimini ikiz bir gündem şeklinde önümüze sürenler inandırıcılıklarını tümüyle yitiriyorlar.
Bu ve bundan önceki yazının özeti 20 Haziran 2008 tarihli Radikal İki'de yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder