10 Haziran 2008 Salı

Çiftçi-Sen Kurucu Genel Başkanı Abdullah Aysu ile Söyleşi

Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen), 21 Mayıs 2008’de Ankara Valiliği’ne kuruluş başvurusunda bulundu. Üzüm, tütün, fındık, ayçiçeği, hububat, çay ve zeytin üreticilerinin örgütlendiği yedi çiftçi sendikasını bünyesinde barındıran Çiftçi-Sen, kamuoyuna sunduğu kuruluş bildirgesinde çiftçilerin sosyal hak taleplerini doğayla uyumlu bir tarım anlayışıyla birleştiriyor.(1) Çiftçi-Sen’in kuruluş öyküsü ve Türkiye tarımı için savunduğu ekolojiyle uyumlu, doğanın kaynaklarına saygı gösteren yeni tarım anlayışı hakkında kurucu genel başkan Abdullah Aysu ile görüştük. Bu söyleşi sırasıyla aşağıdaki başlıkları içermektedir:

1. Çiftçi-Sen’in Kuruluş Öyküsü
2. Çiftçi-Sen’in Örgütlenme Modeli
3. Çiftçi-Sen’in Ekoloji ve Tarım Vizyonu: Bilge Tarımcılık
4. Yeşil Devrim’in Türkiye Tarımına Etkileri
5. Endüstriyel Tarımdan Köylü Tarımına Geçiş
6. Günümüzde Sözleşmeli Tarım
7. Çiftçi Haklarının Korunmasında Kamunun Rolü

1. Çiftçi-Sen’in Kuruluş Öyküsü

Bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Ankara Haymana’ya bağlı Evliyafakı Köyü ve Kavak Köyü’nde arazileri bulunan, hububatla iştigal eden bir çiftçiyim. Daha önceleri bir miktar pancar üretimi yapıyorduk ama bu Şeker Yasası çıktıktan sonra şekerpancarına getirilen kota nedeniyle bizim o bölgelerde şekerpancarı üretimi azaltıldı. Dolayısıyla biz şu anda buğday, arpa, zaman zaman kimyon, dönem dönem de nohut, mercimek gibi baklagiller vb. şeyler üretiyoruz. Köyümüzde, yaşadığımız bölgede ufak çaplı, kendi aile ihtiyacımızı karşılayacak, bizim “katığımızı karşılayacak” dediğimiz hayvanlarımız var. 2 tane ineğimiz, 20’nin üzerinde koyunumuz var. Bunlarla da kendi aile ihtiyacımızı ve aile efradının ve çevresinin ihtiyacını karşılamaya yönelik bir çaba içindeyiz.

Tarım alanında sendikalaşma çalışmaları nasıl, ne zaman başladı?

A.A: IMF ile 1989 yılında imzalanan yapısal uyum programlarıyla birlikte Türkiye tarımının ciddi bir şekilde tahrip edildiğini yaşayarak gördük. Bizim artık çiftçilik yapamayacağımız gibi bazı işaretler aldık, bundan tedirgin olduk. Bunun üzerinde çevremizdeki ufak tefek ve diğer bölgelerdeki çiftçilerle sohbet etmeye, konuyu tartışmaya başladık. Ondan sonra da ne yapabiliriz diye biraz biraz kafa yormaya başladık. Tam o sıralarda ben İstanbul’da iken bir Tekirdağ gezisi yaptık ve oradaki arkadaşlar beni Ergene Ovası’nda gezdirdiler. Ergene Ovası’ndaki insanların halini gördük: Zift akıyordu bir uçtan bir uca, Saray’dan başlayıp Uzunköprü’ye kadar olan alanın içerisindeki havzayı komple sulayan Ergene Nehri’nin zift şeklinde aktığını gördük. Çarpık sanayileşmenin onu yok ettiğini gördük ve bunun üzerine dört-beş kişilik bir grup halinde bisikletlerle yola çıktık. “Toprağına suyuna sahip çık” diyerek, böyle adeta bir çevre faaliyetine başladık, yürüdük. Zaman zaman jandarmanın “gidersiniz, gidemezsiniz” gibi bazı engelleme girişimleri oldu ama tartışmalar sonucunda yol verildi bize...

Kaç senesinde oldu bunlar?

2001 veya 2002 idi. Ondan sonra biz böyle yola düştük, gittik. Her köyde bildiriler dağıttık, konuştuk kahvelerde. Bir nevi köylü yürüyüşü gibi bir şeye dönüştü bu, yani bir yürüyüş şeklini aldı ve bir gece, büyük bir köyün birinde 200’ü aşkın köylüyle bir forum düzenlendi. Ertesi sabah yola devam ettik. Hedefimiz Uzunköprü’ye kadar gitmekti. Uzunköprü’ye geldiğimizde bir baktık ki etrafımızda 40’ın üzerinde araç, 5-6 tane midibüs, birçok traktörler falan uzun bir konvoy oluşmuş. Belli ki insanlar bu suyun kirletilmesinden dolayı canlarının yandığını, verimlerinin düştüğünü fark etmişler ve bir şey, çare arar hale gelmişler. Bizim bu yürüyüşümüzü biraz abarttılar galiba, yani işte, bir çare gibi mi gördüler acaba, etrafımıza toplandı insanlar birden bire. Uzunköprü’ye geldiğimizde baktık ki 500’ün üzerinde insanla gelmişiz. Orada bir traktör römorkunun üzerine çıkıp durumu anlatmaya başladık, bazı köylüler de römorkun üzerine çıkıp konuşmaya başladılar. Söylediler, dertlerini anlattılar. Tam o sırada bize Meclis’teki milletvekillerinin bu Ergene suyunun içileceğini iddia ettiklerini söylediler. Biz de oradan hemen iki tane köylüye şişe buldurup Ergene Nehri’nden su aldık ve milletvekillerine postaladık: “İçilebiliyorsa, buyurun için. Bu su, bu kadar insanın huzurunda, şu kadar muhtarın huzurunda alınmıştır. Bu Ergene’nin suyudur, içilebiliyorsa buyurun için” diye gönderdik. Böyle bir şeyle sonlandı o toplantı, o yürüyüş. Başlangıç böyle bir şey oldu. Sonra Ankara’ya geldiğimizde, tam o sırada Tütün Yasası’nın çıkacağını öğrendik. Bunu duyduğumuzda biz tekrar bir hareketlendik. Birtakım arkadaşlarla birlikte ne yapabiliriz bu konuda diye düşündük ve şöyle bir şeyle yola çıktık: “IMF ve Dünya Bankası, Tütünden Elini Çek” diye bir afiş ve bildiriler hazırladık, düştük yola.

Tütün Yasası ne getiriyordu?

Tütün Yasası, bize Türkiye’de artık bundan sonra adeta tütün üretemeyeceğimizi, Tekel’in özelleştirileceğini, Tekel’in destekleme alımı yapmayacağını söylüyordu. “Artık bundan sonra kendinize bir şirket bulursanız, bir sahip bulabilirseniz ancak ona üretebilirsiniz, yoksa tütün üretemezsiniz” şeklinde bir içeriği vardı. Biz bunun üzerine Uşak’ın Eşme ilçesinden başlayarak, Ödemiş’e kadar 380 küsur köy dolaştık ve bu köylerin kahvelerinde konuştuk, toplantılar yaptık, bildiriler dağıttık, onları dinledik, kendimiz konuştuk. Böyle 380’in üzerinde köy dolaşıp yolumuzu yarıladıktan sonra bu işin sadece köylerle sınırlı kalmaması gerektiğini düşündük ve bu gezilerin sonunda köylüleri bu sefer Akhisar’da bir kurultaya davet ettik. Bir kurultay yapalım, bu konuda ne düşündüğümüzü belirleyelim, bu düşündüklerimizi de Meclis’e taşıyalım şeklinde bir talebimiz oldu. Köylüler bunu olumlu karşıladılar ve Akhisar’da 500’ün üzerinde köylü ile birlikte bir kurultay yaptık; işte bu 380 köyden gelen insanlarla. Orada bir karar almıştık, kararımız şuydu: “Bundan sonra köylüler konuşacak” demiştik. Valiyi, kaymakamı, belediye başkanı, milletvekillerini davet ettik ama söz hakkı vermedik. “Bugüne kadar hep siz gelip burada nutuk attınız, ‘işimiz var’ diye çıkıp gittiniz, biz derdimizi anlatamadık. Bu sefer biz konuşacağız, siz dinleyeceksiniz. Eğer dinlemiyorsanız da gidin” dedik ve onları bu şekilde davet ettik. Makamlarına gittik, “bizi dinleyecekseniz gelin ama biz sizi dinlemeyeceğiz, not tutacaksanız gelin, çünkü biz dertliyiz” dedik ve çiftçiler ilk kez kürsüden konuşmaya ve mikrofon kullanmaya başladılar. Yani biz böyle ön ayak olduk ama şuna izin vermedik kurultayda: “Hiç kimse çıkıp ağlamayacak, sadece derdini söyleyip çekilmeyecek, tam tersine ne istiyorsa, çözüm önerisi neyse onu da söyleyecek” dedik. Yani tek başına sözünü söyleyip gitmesini değil, aynı zamanda nasıl olmasını istiyorsa da bunu da ifade etmesini söyledik. Bu taleple köylüler çıktılar, kürsüyü gerçekten kullandılar. Demek ki olanak tanındığında oluyormuş. Mikrofon verdik, mikrofonu kullandılar, dertlerini açıkladılar ama çözüm önerilerini de söylediler ve bizim aklımıza gelmeyen birçok şey söylediler. Mesela “Tekel’i özelleştirmeyi çok istiyorlarsa” demişlerdi “o zaman devlette kalsın; tapusu, malı, mülkü onda kalsın, yönetmek istemiyorlarsa, işletemiyorlarsa biz işletelim. Niye başkalarına veriyorlar? Biz işletebiliriz bu fabrikaları. Bize versinler, biz işletelim ama bilâ bedel versinler, para vermeyelim. Mülkiyetini satma hakkımız olmasın, mülkiyeti de devlette olsun”. Tabii bize çok ilginç gelmişti, ilk kez böyle bir öneriyle karşılaşmıştık. Özelleştirmenin karşısında çok önemli bir adımdı; bize göre çok rasyonel, akıllıca bir tutumdu. Mesela biz de bunu söylemeye başladık, çeşitli yerlerde savunmaya başladık onlardan edindiğimiz bilgiyle. Daha sonra bu kurultayın ortalarına doğru bir köylü arkadaşın şöyle bir önerisi oldu: Dedi ki “biz bunu havaya yazmış olmayalım. Bu kurultayın bir devamlılığı olsun”. “Buradan bir delege oluşturalım, bu delegeler tütünle ilgili tüm sorunları her platformda, her zeminde savunsunlar, böyle bir heyetimiz olsun” dediler. Öyle bir sekiz kişilik heyet oluşturuldu orada ve bu heyetten önce de toplantıdaki bütün konuşulanlar alt alta toplandı, bir sonuç bildirgesi çıkarıldı ortaya, tütünle ilgili ne yapılması gerektiğine dair. Böyle bir çalışma yürütüldü. Daha sonra IMF’nin Tütün Yasası Meclis’e geldiğinde bu sekiz arkadaşla birlikte Meclis’e gittik ve Meclis’te 500 tane bildiri dağıttık. Her milletvekilinin kendi bildirilerini verdi tütüncüler. “IMF’nin Tütün Yasası’nı çıkarırsanız, biz de sizi azlederiz” dediler. “Asiller olarak geldik, vekilleri azlediyoruz” dediler ama sizler de biliyorsunuz ki tütüncüleri değil IMF’yi dinlediler, o yasayı çıkarttılar. Bu iki kez yaşandı. Bir seferinde olmadı, ikincisinde tekrar yasa gündeme geldiğinde bir kez daha gidildi ve bir 500 bildiri daha dağıtıldı, yine aynı şekilde ama sonuçta IMF’nin Tütün Yasası çıktı. Başlangıcımız böyle oldu, yani bu çalışmaların başlangıcı böyle oldu. Daha sonra dokuz ürün konusunda kurultaylar yaptık, benzer kurultaylar. Onun arkasından üzüm bölgesine geçtik Manisa’ya; Alaşehir, Salihli, Gölhisar, Sarıgöl ve Denizli’ye; Denizli’nin Çal bölgesi, Güney İlçesi’nin köylerini gezerek bu sefer Üzüm Kurultayı yaptık Alaşehir’de. Benzer şekilde bir heyet oluşturduk.

Daha sonra da bu sefer zeytin bölgesine gittik. Zeytin bölgesiyle ilgili de Burhaniye’de benzer bir kurultay yaptık ama her seferinde böyle köyleri dolaşıyoruz, kahvelerde anlatıyoruz, afişler asıyoruz. Temel sloganımız da “IMF Üzümden Elini Çek”, “IMF Zeytinden Elini Çek”. Hangi ürüne gidiyorsak, oradan elini çek diye bunun politikalarını anlatan afişler ve bildirilerle köyleri dolaşıp onun üzerinden kurultay düzenliyoruz ve her kurultayın sonucunda da bir heyet oluşturuyoruz. Bu heyetler de o ürünle ilgili sorunları her zeminde, her platformda savunmak üzere kurulmuş olan heyetler oluyor. Bunun ardında biz fındığa gittik. Ordu’da fındıkla ilgili kurultay yaptık, Rize’de çayla ilgili yaptık. Babaeski’de hububat ve ayçiçeği ile ilgili yaptık. Lüleburgaz’da hayvan yetiştiriciliğiyle ilgili yaptık ve böyle 9 tane kurultay yaptık. Tokat Zile’de şekerpancarıyla ilgili kurultay yaptık. 2004 yılına geldiğimizde, bu heyetteki insanlarla zaman zaman görüşüp akıbetimizi anlamaya çalışırken, bunlar “bu şekilde olmuyor, biz bir kurumlaşalım” dediler. Bunun üzerine 2004 yılında Ankara’da merkezi bir kurultay yaptık. Merkezi kurultay, bütün bu heyetlerin katıldığı bir kurultaydı. Bu arada yurtdışından da José Bové’yi davet ettik. José Bové’nin sendikasından Pascal Lamie diye birisini gönderdiler. Daha doğrusu biz oradan bir konuşmacı talep ettik, Avrupa’da bu işler nasıl oluyor diye. Oradan bize Pascal Lamie diye bir arkadaş gönderdiler. Bu arkadaş geldi, biz o kurultayda meramımızı anlattık. Çiftçiler gene çıkıp dertlerini anlattılar ve herkes bundan sonrasının nasıl olacağına dair fikirlerini söyledi. Pascal Lamie de konuştu ve sonuç itibariyle köylülerin genel olarak söylediklerinden şöyle bir şey çıktı: “Ürün bazında sendikalar kuralım”, yani işte şekerpancarı üreticileri ya da işte hububat üreticileri gibi. “Biz fındığı tanımayız, ağacını da bilmeyiz” işte “pamuğu bilmeyiz” diyenler çıktı. Dolayısıyla onlar “bırakın dertlerini bilmeyi, ürünün kendisini bile tanımıyoruz, çayı hiç görmedik, ağaç mıdır, nereden çıkar” falan diye bilmediklerini söylediler. Dolayısıyla “ürün bazında kuralım” dediler. Ürün bazında sendikalar kurma kararı çıktı orada ve onun üzerine de ilk sendikamızı 8 Mart’ta 2004’te üzümle başladık. Merkezi Alaşehir oldu. Daha sonra Salihli’de ve diğer ilçelerde şubeler açmaya başladık. Onun ardından tütün, derken işte fındık, çay, zeytin, hububat, ayçiçeği, hayvan yetiştiricileri gibi böyle çeşitli sendika kurduk. Birini kapattılar, 7 tane kaldı.

Kapatılan hangisi, neden kapatıldı o?

Hayvan Yetiştiricileri Sendikası kapatıldı. Onu da AHİM’e götürdük şimdi. Kapatılma nedeni şu: Biz, Yargıtay’da kapatma kararı verildikten sonra keşfettik ki bizim esasında sendika kurma hakkımız varmış. Biz sendikaları sadece uluslararası anlaşmalar ve de Anayasa’nın 90. maddesine dayalı olarak kurduğumuzu düşünüyorduk, biraz öyle hareket ediyorduk ama sonra fark ettik ki bizim iç hukuka dayalı olarak sendika kurma hakkımız da varmış. Bu da nedir? İşte 61 Anayasası’nda “işçi, işveren ve çalışanlar” diye çalışma yasası düzenleniyor. 73 yılına gelince bu çalışanların tanımı hakkında bir tartışma başlıyor. Tanımını yaparken Anayasa Mahkemesi çeşitli meslekleri sayıyor, “topraklı ve topraksız çiftçiler çalışanlar sınıfındandır” diyor. İşte dolayısıyla, 2001 yılında tekrar “çalışanlar” kelimesi, çalışma yasasına eklendiği için biz otomatikman sendika kurma hakkını elde etmiş olduk. Mahkeme “çalışanlar” kelimesinin içinde çiftçilerin olduğunu bilmiyordu, böyle bir tanım olduğu, böyle bir içtihat kararı olduğu bilinmiyordu. Biz de böyle bir delil sunmamıştık onlara. Bizim eksikliğimiz de vardı ve kapatıldı. Biz bunu AHİM’e götürdük. Şimdi AHİM’de bunun sonucunu bekliyoruz.

Öteki sendikalar niye kapatılmadı da bir tek hayvancılar kapatıldı?

Öteki sendikalar da şimdi Yargıtay’a geldi ama biz bu delilimizi sunduk. Şimdi burada kapatılıp kapatılmayacağını bilmiyoruz ama şu anda kapatılması halinde, bizim yasal haklarımız otomatikman çiğnenmiş olacak. Bizim şu anda iç hukuka göre sendika kurma hakkımız var. İç hukukun düzenlenmesi lazım. Nasıl düzenlenmesi lazım? Çalışanların SSK’lı olması gerekiyor, biz Bağ-Kur’luyuz. O şimdi tek çatı altında birleştiriliyor, öyleyse ya “Bağ-Kur’lu da olabilir” diyecek ya da işte onun dışında “sözleşme yapabilir” demesi lazım. Bunun gibi bizim haklarımızı arayacağımız şeylerin de önünü açan maddeleri oluşturmak lazım. Bu alanla ilgili iç hukuk düzenlemesi yapılması lazım ve çalışma yasası ile uyumlu hale dönüştürülmesi lazım. Bunun dönüştürülmemiş olması, bizim bu hakkımızın olmadığı anlamına gelmiyor. Çünkü bizim artık sendika kurma hakkımız var, yani geçmişte KESK uluslararası anlaşmalara göre oluşmuştu -Anayasa’nın 90. maddesi sonradan oluştu. Bizim artı olarak böyle de bir hakkımızın olduğu ortaya çıktı. Tabii bu KESK, memur sendikaları oluştuktan sonra “çalışanlar” kelimesinin eklenmesi böyle bir şeyin önünü tekrar açtı. Bunu hukukçular bize şöyle tarif ettiler: “Anayasa içtihat kararları kaç sefer darbe olursa olsun, kaç sefer Anayasa değişirse değişsin, her zaman geçerlidir. İçtihat kararı geçerlidir” diye söylediler. Biz buna dayalı olarak devam ediyoruz. Dolayısıyla bu tek tek kurduğumuz sendikaların zaman zaman bazı yerlerde şubelerini de açtık ve 21 Mayıs 2008’de de bu 7 sendika ile başvurumuzu yapıp konfederasyonumuzu oluşturduk. Şu anda Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu kurulmuş vaziyette.

2. Çiftçi-Sen’in Örgütlenme Modeli

Ürün temelinde örgütlenme modeli Türkiye’ye özgü bir çözüm mü yoksa dünyada da böyle mi? Yani bunun getirdiği birtakım güçlükler yok mu bölgesel örgütlenme açısından veya ürün değiştirmenin kolay olduğu hububat, ayçiçeği gibi ürünler açısından.

Bu Türkiye için ideal bir model. Başka ülkelerde bunun bizdeki gibi gelişmiş hali yok, daha farklı, birkaç ürün içeren sendikalar oluyor, yanına kooperatif falan da dahil ederek onların konfederasyonunu oluşturuyorlar. Onların yasaları, bu konularda mevzuatları uygun. Bizde ise şöyle bir baktığımızda Türkiye plantasyon özelliği gösteren ürün yetiştiriyor. Nasıl plantasyon? Latin Amerika’daki kahve plantasyonları gibi, işte Trabzon Of’tan başlıyorsun, Kemalpaşa’ya kadarki alanın tamamı çay. Onun dışında başka bir ürün ikame etme şu anda pek mümkün değil. Şimdi Trabzon Of’tan başlayıp, dönüp de Samsun’a kadar geliyorsun; fındık, ondan sonra tekrar Marmara’ya geldiğinde işte Düzce, Karasu falan o taraflarda da tekrar fındık hakim ürün haline geliyor. Şimdi Marmara’dan başlayıp Nizip’e kadar gidiyorsunuz, Ege, Akdeniz gidiyorsunuz ve yaklaşık Meclis’in 110 milletvekilini seçen zeytinciler bir plantasyon özelliği gösteriyor.

Örneğin zeytin bölgesinde zeytin üretmeyen çiftçilerin sendikal örgütlenmesi söz konusu olduğunda ona bir çözüm bulabiliyor musunuz?

Şöyle söyleyeyim, hem zeytin üreticisi hem tarla bitkileri üretenler her iki sendikaya da üye olabiliyor, bir sendikaya aidat ödüyor. Hububat Üreticileri Sendikası 13 ürünü kapsıyor.

Pamukla ilgili bir çalışmanız var mı?

Pamukta şu anda biz bir faaliyet yürütmüyoruz. Genel olarak pamuk, büyük toprak sahiplerinin yetiştirdiği bir bitki. Biz ise üretici sendikalar olarak işçi çalıştırmayan, kendi emeği ile çalışanları, yani Türkiye’de tarımla uğraşan nüfusun % 87.6’sını ifade eden bölümü örgütlemeye çalışıyoruz. Biz işçi çalıştırmıyoruz ama dönem dönem imece olarak birbirimize ya destek oluyoruz; üç gün biz ona gidiyoruz, üç gün o bize geliyor -yani bir nevi emek değiş tokuşu, para değil- veya çok kısa bir süre için üç günlüğüne, beş günlüğüne ya da bir haftalığına işte fındıkta olduğu gibi bir haftalığına işçi tutuyoruz, yevmiye veriyoruz. Dolayısıyla böyle sürekli kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki sürekli işçi çalıştıran bir durumumuz söz konusu değil.

Yani siz özellikle küçük çiftçiyi hedefliyorsunuz.

Evet, biz küçük çiftçiyi hedefliyoruz, tüzüklerimizde zaten büyük çiftçilerin üye olmaması diye bir maddemiz var.

Küçük çiftçiyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Arazi büyüklüğü olarak tanımlıyoruz ama her bölgede farklı farklı tanımlıyoruz. Mesela 500 dönüme kadarki arazi İç Anadolu’da küçük çiftçidir ama Ege’ye geldiğiniz zaman 200 dönüme kadardır. Karadeniz’e geldiğinizde 40 dönüme kadardır. Zaten çayın ortalaması 8 dönümdür. Fındığın ortalaması 14 dönümdür. Dolayısıyla bunun üzerine çıktığın zaman, ortalamaların birkaç katı üzerine çıktığın zaman o artık küçük olmaktan çıkıyor, yani böyle bir değerlendirme.

Örneğin münavebeli hububat ayçiçeği ekenler nasıl örgütleniyorlar?

İki sendikaya birden üye olabiliyorlar. Birine aidat ödüyorlar ama her ikisinde de hakları korunuyor.

Çiftçi-Sen’in şu anki coğrafi kapsamı ve eriştiği çiftçi nüfus ne kadar? Ve daha kimlere ulaşmayı hedefliyor?

Bizim şu andaki üye sayımız 27 bini geçmiş vaziyette ama üye yapmakta ısrarlı değiliz, öyle bir çaba içerisine girmiyoruz. Çok üye yazıp altında ezilmektense, örgütlü bir şekilde hareket edip köy temsilcileri oluşturarak, o köy temsilcilerini eğiterek onların kanalıyla üyeler kazanmayı ve onların üzerinden çalışmalar yürütmeyi düşünüyoruz; birincisi bu. İkincisi de İçişleri Bakanlığı henüz tüzüğü onaylamadığı için böyle bir sürü insanı üye yaptığınızda, onların beklentilerine yanıt vermek çok kolay olmaz. 1 milyon insan var ama o örgütte tam olarak örgütlenememişsin, sadece üye yapmışsın ve İçişleri Bakanlığı ile problem devam ediyor, tüzük tamamlanmamış ve onun da beklentisi var, onun için size üye olmuş. Beklentileri var ve bu beklentiye cevap vermeniz mümkün değil. Kaldı ki biz beklentiyi tek başına örgütlemeyeceğiz; örgütle birlikte ortak kararlar alıp, ortak bir biçimde hakların alınmasını becerebilmek için bir çaba içerisinde olmayı düşünüyoruz. Bizim örgütlenme tarzımız biraz böyle olacak. Bugüne kadarki sendikalardan farklı düşünüyoruz.

Bu 27 bin insan Türkiye’nin hangi tarım bölgelerinde yaşıyor?

Karadeniz’de, Ege’de ve Trakya’da ve bir miktar İç Anadolu’da ve Marmara Bölgesi’nde.

Sendika üyeliği söz konusu olduğunda, yani aile işletmelerinde çalışan insanların üyeliği söz konusu olduğunda kimler üye oluyor? Kadın, erkek, çocuk?

Genel olarak erkekler. Henüz kadınlara ulaşabilmiş değiliz. Bunu kendi açımızdan ciddi bir sorun olarak görüyoruz. Esas olarak kadınların olmasını daha çok istiyoruz, çünkü bu işte çalışan, yöneten, sevk ve idare eden esasında kadınlardır. Ne yazık ki bunu henüz aşabilmiş değiliz. Birincisi, toplumsal yapı gereği biliyorsunuz. İkincisi, gittiğinizde bir yerde toplu olarak insanları bulduğunuz yer kahvelerdir. Kahvelerde genel olarak erkekler oturuyor. Şimdi bunun için biz bir kadın çalışmasını, ayrıca sendikanın yanında ek olarak yapmayı planlıyoruz. Böyle bir çalışmamız var, başlatıldı. Trakya’da böyle bir çalışma başlattık. Şimdi o ilerliyor ve Marmara’da var, mesela zeytin üreticileri sendikasının yönetiminde kadın var, merkez yönetiminde. Şimdi böyle bu şeyi kırmak istiyoruz. Burada adım adım kıracağız. İşte toplumsal yapı belli, kadınlara ulaşmak çok kolay değil. Zaten ulaştığımız andan itibaren bizim kırın hem kaderi, hem dengesi, hem rengi değişecek diye düşünüyoruz.

Bir de örgütlenmenin coğrafi dağılımına baktığımızda doğu ve güneydoğuyu içermediğini görüyoruz.

Şimdi şöyle planladık: Biz bugüne kadar sadece sendikalar kurmakla uğraşıyorduk. Şimdi konfederasyonu oluşturduktan sonra aldığımız ilk karar şu oldu: Biz bundan sonra yeni sendikalar kurmayacağız, yeni sendikaları örneğin şekerpancarı ya da meyve sendikasını, sebze sendikasını kurmayacağız, onları bekleteceğiz. O konuda bir faaliyet sürecek ama esas faaliyetimiz o olmayacak. Bundan sonra bu kurduğumuz sendikaların şubelerini oluşturup Türkiye’yi ağ gibi örmeyi düşünüyoruz. Dolayısıyla şimdi Doğu Anadolu’da kalan bölgelerde hayvancılıkla, Adıyaman, Diyarbakır ve Bitlis çevresinde tütünle ilgili bir çalışmayı yürütmek istiyoruz. Bir de o bölgelerde hububatı hedefliyoruz.

Orada küçük pamuk üreticisi örgütlenebilir mi?

Pamuk üreticisi genel olarak Urfa ve civarında olduğu için çok küçük değil. Orada zaten toprakların % 48’i biliyorsunuz 18 ailenin, yani 9 ilin topraklarının % 48’i 18 ailenin. Onun dışındakiler genel olarak küçük ölçekli ve pamuktan çok farklı şeylere yöneliyorlar, çünkü suya tam olarak onlar erişebilmiş değil henüz. Onun için herkes orada pamuk üretemiyor, toprak ağaları, büyük toprağı olanlar suya değen bölümlerinde o işe girişmiş vaziyetteler. Şimdi biz İç Anadolu ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da örgütlenmeyi, bu konfederasyon sonrası önümüze iş olarak koyduk. Türkiye’yi ağ gibi örelim derken, buradaki tüm il ve ilçelerde, potansiyeli olan tüm il ve ilçelerde şubeler kurmayı planlıyoruz.

Orada da muhtemelen tütün, hububat temelinde ve...

Bir de hayvancılık...

Meyveler temelinde belki...

Evet, evet. Üzüm işte Antep civarı: Antep, Nizip civarı, Oğuzeli civarı. Ben bölgeyi dolaştım, oralarda var. Gene Nizip’te hem zeytin hem bağcılık var. O bölgelerde o tür faaliyetler düşünüyoruz ama daha çok Güneydoğu Anadolu denildiğinde baklagiller akla geliyor. Doğu dediğinde gene işte Erzincan’da baklagil, bağcılık ve şekerpancarı akla geliyor. Şimdi buralarda yörenin kendi gerçekliğine uygun şubeler açmak düşünüyoruz, o ürüne özgü şubeler açmayı düşünüyoruz.

3. Çiftçi-Sen’in Ekoloji ve Tarım Vizyonu: Bilge Tarım

Şimdi, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun taleplerine, tarımsal vizyonuna, yani tarımsal ekolojik ve ekonomik vizyonuna gelelim isterseniz.

Şimdi Çiftçi Sendikaları olarak arazi ölçeğimize baktığımızda, çiftçilik yapma tarzımıza baktığımızda bize en uygun tarzın esas olarak organik tarım olduğunu düşünüyoruz. Daha doğrusu köylü tarımı, bilge tarımcılık dediğimiz tarımın uygun olduğunu düşünüyoruz. Endüstriyel tarımın bize uygun olmadığını ve hem bizi hem de toprağımızı sömürdüğünü düşünüyoruz. Şöyle bir örnek verebilirim size; bizim topraklarımızda kimyasal ilaç, kimyasal gübre, fosil yakıtlar, hibrit tohumlar kullanmaya başladığımızda ve bunların hepsini ardı ardına dizip yaptığımız harcamaya baktığımızda yaklaşık olarak % 90’ı biraz aşan bir oranda bir maliyetimizin olduğunu görüyoruz. Kazandığımız 100 liranın 90 lirasını şirketlere veriyoruz. Geriye bize 10 lira kalıyor. Bu küçük tarımsal ölçekte bu bizim için yeterli ve bizi yaşatacak, yaşamımızı devam ettirebilecek bir miktar değil. Ama bilge tarımcılık ve köylü tarımı dediğimiz tarımın kendisinde, biz kendi tohumumuzu ayırabiliriz ve tohuma para vermeyiz. Beraberinde ineğe ya da 15-20 koyuna baktığımızda, kendi gübre ihtiyacımızı oradan karşılamamız mümkündür. Kendi gıda ihtiyacımızı tavuklardan ve katıklarımızı hayvanlardan sağlamamız mümkündür. Dolayısıyla şimdi gübreye de bir para ödememiş olacağız. Ve ayrıca bizim geçmişteki o bilge tarımcılıkta uyguladığımız sistemler gereği ilaç kullanmamız da gerekmiyor, çünkü biz biliyoruz ki bazı böcekler belli kokululara gelmezler. O tür bitkileri yakın çevreye diktiğinizde, zaten ona zarar vermeye gelmez, bölgenin kendisine girmez ve ayrıca münavebe sistemini uyguladığınızda, nöbetleşe sistemi dediğimiz sistemi uyguladığınızda hem biyo-çeşitliliği korursunuz hem de beraberinde diyelim ki bu sene patates ektiniz, dört yıl sonra patatese sıra geldiğinde, o zamana kadar zaten onun zararlısı olan böceğin yaşaması mümkün değildir, başka bir ürün üzerinde yaşaması mümkün değildir. Böylelikle doğayı kendi içerisinde yeni bir dengeye ve kendi içerisindeki yaşamı sürdürecek bir sirkülasyon içine çekmemiz mümkün olabilir.

Köylü tarımı veya bilge tarım sisteminde su kullanımı ile ilgili ne söyleyebiliriz?

Bilge tarımdaki su kullanımı şöyledir. Bir kere senin su varlığınla denk gelebilecek tarzda ürün yelpazesini oluşturuyorsun, bir de o suyu çok ekonomik, dengeli ve bir yandan temiz tutup ekonomik ve dengeli bir biçimde kullanmanız mümkün olabiliyor. Bu da yılların deneyimi ile elde edilmiş bir durumdur. Örneğin şu anda su kıtlığı var, “o halde damlama sulama sistemine geçelim veya işte yağmurlama sistemine geçelim, bunun için de teşvik verelim” gibi birtakım propaganda maksatlı sözler söyleniyor. Ama bunu yaparken inisiyatif tamamen şirketlerin elinde ve burada kamu öncülük, önderlik yapmıyor. Peki bu damlama sulama sistemi yetiştirilecek olan ürün çeşidine uygun mudur yoksa zararlı mıdır? İşte yağmurlama sulama sistemi hakikaten yararlı mı yoksa suyu yukarı çıkaran, tuzluluğu artıran bir şey midir, bu ürüne uygun mudur? Bütün bunların planlaması yapılmadan hareket ediliyor, işte bu modernleşme, çağdaşlaşma ve endüstriyel tarımın altında böyle bir yönelim var. Oysa ki tam da bu noktada bilge tarımcılık dediğimiz tarımcılıkta, yıllara dayalı deney, o deneylerin paylaşımı ve birbirine aktarılması sonucunda o ürüne çok daha uygun sulama yapılabiliyor. Suyun miktarına ve kalitesine göre bir ürün yelpazesi oluşturup, o bölgenin iklimini de, yağış miktarını da göz önüne alan bir tarzda bunu yapmayı zaten yaşlılar ve bilge tarımcılar biliyor ve uyguluyorlardı.

Sözünü ettiğiniz köylü tarımı veya bilge tarımcılık ne kadar geçmişe ait bir şey; bugün mevcudiyetini ne kadar koruyor; ne kadar geleceğe dönük bir vizyon? Yani, geçmişi mi bugünü mü yoksa geleceği mi anlatıyorsunuz?

Şimdi bunun hepsi var. Bir bölümü çok geçmişlerden beri zaten kullanılageliyor, insanlar bunu biliyor. Bir kere o bilgi birikimini tekrar tazelemek, hafızalarda tazelemek ve buluşturmak mümkün. Ayrıca özellikle ziraat fakültelerindeki müfredatın kendisini değiştirerek başlamak gerekiyor, yani orada bu tür bilgilerin kendisini bir kere devreye sokmak gerekiyor, çünkü bu okullar bildiğiniz gibi bilgiyi ve teknolojiyi köylüyle buluşturan elemanları yetiştiriyor. Ve onları köylüyle buluşturuyor, devlet aracılığıyla, öncülüğüyle. Daha sonrasında burada eksiklikler, yeşil devrimin uygulamaya sokulmasıyla birlikte bildiğiniz gibi kopukluklar yaşandı. Bu kopukluklarda bir sürü deney kaybı oldu ve bu süre içerisinde geçmişi biz tamamen bu gün uygulayabiliriz diyemeyiz, çünkü endüstriyel tarımın tahrip ettiği ve kendisine göre dağıttığı ve bozduğu bir sistem var. Bu sistemin yeniden oluşması için bir zamana, bir zaman dilimine ihtiyacınız vardır. Birden bire köylü tarımına geçemezsiniz, aşamalı bir biçimde geçeceksiniz bölüm bölüm. Birden bire geçerseniz, o dedikleri doğrudur; aç kalırız sonra kıtlıkla yüzleşiriz. Bütün bunların hepsini alt alta topladığımızda, ileriye dönük hedef bu olmalı ama hem o tahribatı gören bir yerden onu onaran ve azaltan ve geçmişteki o kalan bilgileri bugünkü yeni teknoloji ile de buluşturan, bilgiyle buluşturan, deneylerle buluşturan ve büyüten, şehirlere taşınmış laboratuarları arazinin içine yeniden döndüren orada deneylerle, ıslah yöntemleriyle yeniden var eden bir tarzdan söz ediyorum.

Ziraat mesleğinin içindeki insanlara, ziraat fakültelerinden yetişen insanların genel yaklaşımına baktığımızda, onlar endüstriyel tarımı çok fazla okumuşlar, uygulamışlar, görmüşler ve iddia ediyorlar ki endüstriyel tarım yöntemleri uygulanmazsa yeterli ürün elde edemeyiz. Köylü tarımının sürdürülebilir olmadığını, bir vizyon değil bir fantazi olduğunu düşünüyorlar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Şimdi tersten başlayalım. Bize göre de endüstriyel tarım artık geliştirici değil. Size kendimden bir örnek vereyim: 68 yılında benim 1 dönüm tarlaya attığım gübre miktarı 8 kiloydu.

Azot mu?

Azot ve fosfor. Başlangıçta, yani toplam 8 kilo çünkü başlangıçta önce triple süper fosfat atıyoruz. Şimdi bugün aynı toprağa 22 kilo gübre atıyorum ama eski verimliliği artık yakalayamıyorum, çünkü bu kimyasal gübreyi ata ata öyle bir noktaya gelmişiz ki toprak artık bize vermiyor. Siz ne kadar çok dışarıdan gübre verirseniz, yani toprağa gıda verirseniz, o da o kadar size geri dönüyor, yani biz bitki ve toprak yönetiminin kontrolünü kaybetmiş vaziyetteyiz çiftçiler olarak bu endüstriyel tarımda. Bunu kaybettiğimizde, bu sefer tamamen şirketlerin güdümüne giriyoruz ve dediğim gibi artık toprak yapısal olarak o kadar bozulmuş ki içindeki mikroorganizmalar artık bitkiler için gıdayı hazır hale getirip alınabilir duruma getirmediği için dışarıdan biz hazır gıda veriyoruz. Verdiğimiz de bu kimyasal gübre. Şimdi bu kimyasal gübrenin bir özelliği var. Kimyasal gübreyi verirsiniz, saçarsınız toprağa, bu sefer de yabancı ot çoğalır. Bu sefer yabancı ota ilaç atmanız gerekiyor öldürmeniz için. Şimdi yabancı otların, yapraklarının altında “konukçu” diye tabir ettiğimiz bölgelerde böcekler yumurtalarını bırakır. Bu sefer böcekleri yok etmek için ilaç atmaya başlarsınız, yani esasında endüstriyel tarım doğal dengeyi bozduğu için kendi içerisinde bir kısır döngü yaratmıştır. Siz nereye dönerseniz dönün, şirketlere muhtaçsınız, şirketler için üretiyorsunuz. Biz şöyle deriz: “Para tren, biz istasyon”. Para uğrar ve ilaççıya gider, gübreciye gider, mazotçuya gider ve eve geldiğimizde çocuklara ayakkabı alamadan dönmüşüzdür. Şimdi böyle bir sistemin kendisi var. Birincisi bu. İkincisi, o “fantazi” diyenlere kesinlikle katılmıyorum, biz hayvancılıkla, yani hayvansal üretimle bitkisel üretimi birleştirmemiz halinde, o zaman zaten hem şirketlere muhtaç olmayacağız hem de endüstriyel tarım tarzının kendisinin sağladığı verimden çok daha fazla verim elde etmemiz mümkün olacak. Çünkü kimyasal gübre yerine kullandığımız hayvansal gübreyi ya da kompostları kullandığımızda ya da işte yeşil gübre kullandığımızda, bütün bunlar toprağın yapısını bozmadığı gibi tam tersine, toprağın yapısını düzelten, besleyen, geliştiren şeylerdir. Yani bizim ana felsefemiz şudur: Bitkiyi yetiştirirken, ondan ürün elde ederken, topraktan aldığımızı toprağa tekrar eksiksiz aktarabilme yöntemidir bilge tarımcılık. Bunun aktarmasını dışarıdan değil, kendi iç döngüsü içerisinde sağlayabilmektir.

Bilge tarımcılık veya köylü tarımı dediğiniz şeyle organik tarım arasındaki fark nedir?

Organik tarım bütün ihtiyaçlarını o aile çiftliğinin kendi döngüsü içerisinde karşılamaz, yani siz organik gübreyi dışarıdan alıyor olabilirsiniz, siz organik kimyasallar, mesela organik ilaçlar kullanıyor olabilirsiniz. Ama biz, bilge köylü tarımcılığında şirketlerin ürettiği organik gübre ve ilaçları kullanmayız, kendi ölçeğimizde yeterli olmaya gayret ederiz.

Kapalı çiftlik sistemlerine vurgu yapıyorsunuz.

Evet. Kapalı sisteme. Burada kendi ölçeğimizde yeterli olamadığımız konuları da bir kooperatif örgütlenmesi ile bir üst örgütlenme ile aşmaya çalışırız. Yani bende gübre az, sizde gübre fazla, onun karşılığında ben size ürün veriyorum ve değiş tokuş yapıyoruz. Kooperatif sistemi içerisinde bu sorunu çözmeyi hedeflemeliyiz. Şirketlere açılıp, onlardan tekrar organik gübre almak, organik ilaç almak ya da işte toprak besleyici, toprak düzeltici gibi birtakım şeyler ya da işte bitki geliştirici gibi organik olan birtakım şeyleri satın almak yerine, kendi bünyemizdeki kaynakları, az önce ifade ettiğim gibi koku yayma sistemini, münavebe sistemini kullanıyoruz. Gübrenin birçoğunu, azotlu gübreyi havadan bitki vasıtasıyla toprağa zapt ettirmek mümkün. Baklagillerin öyle bir özelliği vardır, köklerinde nodüller vardır, onlar mercimek büyüklüğündedir; onlar havadaki azotu alır toprağa rapteder. Münavebede bunları kullanmak, dönem dönem hayvansal gübreyi toprakla buluşturmak, yeşil gübrenin kendisini kompost olarak değerlendirmek gibi teknikleri kullandığımızda bu, bilge köylü tarımcılık oluyor.

Endüstriyel organik tarım yapılabilir.

Şöyle diyorum ben ona, siz dengeyi sürdürmüyorsunuz, gene dengeyi bozuyorsunuz. Şimdi paraya ihtiyacı olan Ali Kerem’in gübresini alıyorsunuz, paketliyorsunuz tekrar ama kendisi kullanamıyor. Oysa ki sözünü ettiğim kooperatif bünyesi içerisinde bunu tekrar bir paylaşıma, bir dayanışmaya sunmak mümkün.

Tekrar endüstriyel uygulamalar ve köylü tarımı arasındaki verim ilişkisine dönelim. Eğer köylü tarımı gerçekten verimliyse neden endüstriyel tarımdan bir anda vazgeçemiyoruz?

Şimdi ben onu size söyleyeyim: İlk beş yılda endüstriyel tarımdan daha az verimlilik elde edersiniz bilge tarımcılıkta, çünkü endüstriyel tarımın kirlettiği o toprağın o kirliliğinden arınması gerekiyor. Böyle bir süreye ihtiyacı var. Bu 3 yıl, 5 yıl, 7 yıl ara ile değişiyor.

Toprağın yeniden canlanması için gerekli olan süre...

Evet. Şimdi endüstriyel tarım bir dönümden ortalama 220 kilo hububat alıyor. Biz 5 ila 7 yıl sonra bu 220’yi yakalarız ama ondan bir 5 yıl daha sonra 300’ü geçeriz, yani bilge tarımcılığın, organik tarımın verimi endüstriyel tarıma göre daha yüksek. Yaklaşık % 50 daha yüksek verimlilik elde edilmesi mümkündür.

Peki, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu söz konusu olduğunda bu tarz, o 27 bin üye tarafından ne kadar sahipleniliyor? Köylü tarımı için bugün Türkiye’de küçük köylüler tarafından gerçekten sahiplenilen bir tarım biçimidir diyebilir miyiz?

Tamamen böyle dememiz mümkün değil, çünkü köylüler 1960’tan bu yana Yeşil Devrim...

Ben de tam buraya gelmek istiyordum...

4. Yeşil Devrim’in Türkiye Tarımına Etkileri

Yeşil Devrim adı altındaki sistemde köylüler bir hakka kavuşturuldu. Yani alıştırıldı, biz alıştırıldık şimdi, artık şöyle yapmıyoruz: İşte hayvan gübresini alıp tarlanın belli yerlerinde öbek yapıp sonra onu küreklerle dağıtmıyoruz. Şimdi traktörün kuyruk miline bağlıyoruz dağıtıcıyı, kimyasal gübreyi dolduruyoruz hazneye, tarlada gidip geliyoruz saçıyoruz. Yani traktör saçıyor, biz bir şey yapmıyoruz ve dolayısıyla, gübre çuvala girmiş vaziyette. Şimdi tohumda benzer bir biçimde. Biz tohumu attığımızda toprağa, geçmişte doğal dengeyi hesaplayan bir yerden atardık. Geçmişte biz torbalar önümüzde tohumu saçarken şöyle derdik: “Bu kurda, bu kuşa, bu aşa”. Yani kuşu da gözetir, onun da yiyeceğini hesap ederdik, “bu kurda” dediğimiz de böceklerin yaratacağı tahribatı hesaba katardık, “bu aşa” dediğimizde kendi ihtiyacımızı gözeten bir yerden yapardık bu işi. Dolayısıyla o dengenin hepsini gören, gözeten bir yerden.

1960’lara kadar mı böyleydi?

1960’lara kadar bu böyleydi ve bu...

Peki 1960’lardan beri çiftçilerin yardımlaşma ve dayanışma kültürü açısından ne tür değişimler yaşandı sizin yakından tanıdığınız coğrafyalarda?

Değişim oldu. Bir yandan bireycilik devam ediyor ama bazı konularda insanların gene birbirine muhtaç olması sebebiyle sürdürdükleri dayanışma da var. Şimdi evet, tohumda onu yapmıyorsun, tohum sana hazır geliyor, işte ilaç kutuda geliyor falan ama sonuçta şöyle bir ihtiyacın da var. Şimdi hasadı yaptın, sapın kaldı tarlada. O sapı toplaman gerekiyor. Tek başına gidip toplayamıyorsun, bir yandan traktörü kullanacaksın, bir yandan sapı toplayacaksın. Bu mümkün değil ve dolayısıyla gidiyorsun iki gün ben sana geliyorum sapını topluyorum, iki gün sen bana geliyorsun. Sonra getirdik yığdık sapımızı harman yerine. Bu kez de bu harman yerinde patoslamamız lazım, bu kaba sapı saman haline dönüştürmemiz lazım, çünkü önümüz kış, hayvanlarımıza yedireceğiz ve bu sefer patosta birbirimize yardım etmemiz lazım. Şunu yapamazsınız, yani bir yandan kuyruk miline takılmış patos dönüyor, “ben bu sapın hepsini yetiştireceğim” yetiştiremezsiniz. Böyle bir şey mümkün değil, ya işçi tutacaksınız ya birbirinize destek olacaksınız. Köylerde her tarafta işçi pazarı falan yok, gidip bulamıyorsunuz, mutlaka birbirinize destek oluyorsunuz. Bu hayatın zorladığı yerlerde beraber oluyorsunuz ama işte tohum atmaya geldiği zaman birlikte olmuyorsunuz. Çünkü mibzere(2) dolduruyorsunuz ve gidiyorsunuz, atıp geliyorsunuz, mibzerle tohumunuzu ekiyorsunuz.

Yani özetle şöyle diyebiliriz; imecenin bir bölümü devam ediyor bazı konularda, bazı konularda ise o pazara değen yerlerdeki ilişkilerden dolayı bireycilik de devam ediyor. Şimdi her ikisi çarpışıyor; bireycilik biraz daha öne geçmiş durumdadır diyebiliriz.

Biyoteknoloji şirketlerinin tohum pazarına hakim olması ile birlikte, köylü tarımını savunmak açısından tohum çeşitliliğinin korunması, endemik türlerin korunması, saklanması, paylaşılması büyük önem kazanıyor. İkinci olarak, su kıtlığının şiddetlendiği günümüzde, özellikle yüzey sularının kullanımında ciddi bir yardımlaşma gerekiyor çiftçiler arasında. Türkiye tarımında bunların olanaklarını nasıl görüyorsunuz?

Şimdi bir kere artık o tohum şirketlerinin bizi yönlendirdikleri tarzda tohum kullanımının ileriki aşamalarda bir gıda krizine, açlığa ve kıtlığa neden olacağı ortaya çıkmıştır. Böyle bir gerçeklik vardır. Gıda krizi, küresel ısınma ve bunun gibi şeyler, esasında birbirini tetikleyen şeyler, birbirini besleyen şeyler. Artık şöyle bir teknoloji uygulayamayız: Sizde kuru fasulye var, bunun tohumunu alalım, bir beş sene sonra kullanırız. Kullanamazsın. Alın koyun kavanoza, beş sene sonra çimlenme gücünü kaybeder mi? Etmez ama beş yıl sonra atacağımız toprak ve bölgede iklim aynı mı kaldı? İklim aynı kalmadı, o zaman bunu kavanozlarda saklamak değil, tam tersi toprakta, sürekli kendisini yenilemesini sağlayarak ve iklime adapte olmasını da sağlayarak beraberinde bir tarzın sürdürücülüğünün olması lazım. Dolayısıyla laboratuarda ben yetiştirdim tohumu, getirdim, attım olmaz. Neden olmaz? Çünkü genel olarak laboratuarlarda kullanılan bu hibrit tohumun kendisi, Yeşil Devrimle birlikte gelen tohumun kendisi suya duyarlı bir tohum. Verimlilik nasıl arttı? Siz o tohumu attınız, tohumdan kaynaklı değil, tohuma ihtiyacı olan o suyu verebildiğiniz oranda verimliliğiniz artıyor. Burada iki tür şey vardır. Bir; o zaman demek ki tohumları biz kavanozlarda ya da herhangi bir yerde saklamak yerine, üretim içerisinde devamlılığını sağlayarak var etmemiz lazım; birincisi bu. İkincisi; şimdi bizim bunu su ile yaşatacağımıza göre, giderek kıtlaşan bir şeyle yürüteceğimize göre, o zaman biz suyun kullanımını ve yönetimini çok iyi becermemiz lazım. Burada su yönetimi çok önemli. Su yönetimi makro planda da, mikro planda da önemli. Bu bölgede işte Sakarya nehri var diyelim, bu Sakarya nehrini nasıl kullanacağımı bilmem lazım, yani bunu işte şirketlere verirseniz başka türlüdür kullanımı, tarlaların başına koyar vanayı kullandığın kadar para alır bu da başka bir türdendir. Oradaki kullanıcılar, tüketiciler, köylüler ve hayvan yetiştiricileriyle birlikte bunun değerlendirilmesi, yönetilmesi başkadır. Çevrecilerle birlikte, ekolojik dengenin bozulmadan üretilmesi için onlarla oluşturulacak bir kolektif yönetimin kendisi çok daha başka ve önemlidir. Su yönetiminin demokratik olmasına ihtiyaç vardır. Olduğu zaman yaşayabilir, öbür türlü olması mümkün değildir. Dolayısıyla hep tohumdan başlayan, suyun kullanımına kadar bilgeliğin esas olduğu ama aynı zamanda imecenin, kolektivizmin ve demokrasinin esas olduğu bir yönetimi uygulamak lazım.

Tohum ve su söz konusu olduğunda kolektivizmin bu örneklerini yaşıyor muyuz sizin tanıdığınız, etkin olduğunuz coğrafyada?

Şimdi şöyle, esas itibariyle bu işin sürdürücüsü olan kadınlar. Kadınlar yürütüyor. Şimdi tohumu onlar topluyor, saklıyor, en iyisini seçiyor, ayıklıyor ve bunun sürdürücülüğünü yapıyor. Halen bu devam ediyor. Nasıl devam ediyor? İşte Balıkesir, Savaştepe’ye gidiyorsunuz, oradaki kuru fasulyenin kendisini haşlamanız gerekmiyor. Aynı pilav gibi suyun içine atıyorsunuz ve pilav gibi de pişirip koyuyorsunuz önünüze. Şimdi bu devam ediyor. Birçok ürünlerde farklı farklı, ne bileyim işte Fatsa’ya gidiyorsunuz, işte Ünye’ye gidiyorsunuz, Aybastı’ya gidiyorsunuz, Mesudiye’ye gidiyorsunuz, orada kabak var, orada yetiştirilen kabağın tatlısını yapmaya kalktığınızda ekstradan şeker katmanız gerekmiyor, zaten kendisi o tadı verebiliyor kendi içinde. Bunun tohumu da saklanarak devam edebiliyor. İşte diş mısırından tutun da durum buğdayına kadar bütün hepsine baktığınızda böyle, mesela durum buğdayından bulgur yapabilirsiniz de başkasından yapamazsınız, yaparsanız iyi olmaz. Niye? Çünkü durum buğdayı o özlüdür vitamin bakımından zengindir ve lezzetlidir. Bu da sürdürülmektedir. Bunu kendi aranda paylaşıyorsun ve birbirine veriyor insanlar ama şimdi çıkarılan Tohum Yasası ile beraber bunlar önemli ölçüde yok olacaktır, çünkü biz bunu birbirimize tamam böyle veriyoruz da şimdi buğdaya gelince veremezsiniz öyle. Niye veremezsin? Çünkü dönüme 20 kilo tohum atıyorsun, 20 kiloyu nasıl bağışlayacaksın, satman gerekir? Tohum Yasası diyor ki “tohumu birbirine verirken para almadan yapman lazım bu işi”, yani “bedelsiz verebilirsin ama bedelli satış yapamazsın” diyor, “köylü yapamaz” diyor, “bunu şirket yapabilir” diyor. Şimdi 1 dönüm tarlada yetiştirmiyor ki 20 kiloyu bir sefer bağışlayasın. Köylünün 50 dönüm tarlası var, yani dolayısıyla böyle problemler yaşayacağız. Bir yandan doğa bizi başka bir yere taşıyor ve zorunlu kılıyor, barışmamızı istiyor kendisiyle, diğer yandan şirketler kazansın ve tekrar o savaş devam etsin, doğayla olan savaş, karşılıklı kafa kafaya gelmiş olan savaş devam etsin diye de mevzuat düzenleniyor. Bu kabul edilebilir bir durum değildir. İşte Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu bunu aşamalı bir biçimde çiftçilerle yeniden var etme savaşını da verecektir. Bu çok kolay bir mücadele değildir, örgütlenmeden daha zor bir mücadeledir, çünkü bu kadar kolaylığa alıştırılmış köylüyü tekrar buraya doğru taşımak çok kolay bir iş olmayacaktır ama bu olmadığı zaman da çiftçiliğin yürüyemeyeceğini düşünüyoruz ve biz zor yanı seçtik, bunu esas alıyoruz.

Suyun paylaşımıyla ilgili verebileceğimiz birtakım örnekler var mı?

Şimdi bir; su konusunda bilgi paylaşımı önemli, yani sizin “suyu şu şekilde verirsin, hem suyu yetirdim hem de o sezon sonuna kadar su yetti ve iyi de verim aldım, şu saatlerde yaptığımda o verimi aldım” diye bilgi paylaşmanız önemli. Bir de arazi genişse, gene birbirlerine, yani fikri yardımlaşmanın dışında da destek olarak birbirlerine “bugün benim sulama günüm sen gel, yarın da ben sana geleyim” diye böyle bir şeyde ayrıca destek olmanız söz konusu; hem fikri, hem de bedeni olarak dayanışma var.

Yeşil Devrim’in Türkiye’ye girişi olarak tarif ettiğimiz 1960’ları aynı zamanda endüstriyel tarım pratiklerinin başlangıcı olarak mı görüyoruz?

Evet.

Peki, bu pratiklerin girmesi ile birlikte de önemli bir bilgi birikiminin yok olduğunu söyledik. Tarım topraklarında çevresel anlamda belirli kayıplar var, biyo-çeşitliliğimizle ilgili belirli kayıplar var. Köylünün tembelleşmesinden, bir anlamda bu yeşil devrim ve endüstriyel tarımın köylüye verdiği zarardan söz ettik. Bugün Çiftçi-Sen bir bölgede etkinlik gösterirken, orada belli bir üründe endüstriyel tarım uygulamalarından köylü tarımına yönelmek için nasıl bir geçiş stratejisi uygulayacak? Pratik anlamda neler yapacak? Bir deneyimi anlatabilirsiniz, veya bir düşünce deneyi de yapabiliriz.

5. Endüstriyel Tarımdan Köylü Tarımına Geçiş

Şimdi öncelikle şunu söylemek lazım. Şimdi çiftçilerin tamamı, bir önceki şeyi tamamlamak için söylüyorum; çiftçilerin tamamı, bu konuda endüstriyel tarımla birlikte tembelleşmiş diyemeyiz. Özellikle bu hububatta ağırlıklı olarak var. Hububatın da bir bölümünde var. İşte buğdayda bu çok ağırlıklı olarak vardır, arpada vardır ama mercimeğe, nohuta geldiğinde öyle değildir. Tamam siz sonuçta tohumu atıyorsunuz, ama elle yoluyorsunuz.

Tütüne geldiğinde, bir tütünü elde etmek için 14 ay uğraşmanız gerekiyor. Öyle çok kolay bir iş değildir ve pancar en zor işlerden birisidir, yani tamam ilk başlangıçta tohumu atıyorsunuz ama ondan sonra çapasına geldiğiniz zaman canınız çıkar ve sulama, her gün sulama ister; her iki günde, gün aşırı sulama ister. Sizin orada fıskiye çalıştırmanız sorunu çözmüyor. Şimdi o fıskiyeyi çalıştırırken suyun her tarafa gitmesini de eşit olarak sağlamak için yer yer çalışmanız gerekiyor. Onun için de onun en zor, çapadan sonraki en zor bölümü hasat dönemidir; ekin sonuna gelmişsinizdir, havalar soğumuştur, siz pancarı çıkaracaksınız ve tek tek bıçakla üzerindeki yaprakları soyacaksınız ve temizleyeceksiniz, bu şekilde götüreceksiniz yoksa fabrika teslim almıyor. Zeytinde ha keza. Herkesin dışarıya çıkmaya üşendiği ve ürktüğü soğuklarda, ayazlarda zeytin toplamaya başlanır, yani belli dönemlerde çiftçileri çiftçilikten ve o yaptıkları işlerden nefret ettiren boyutlarda zorlukları vardır. Yani öyle, Yeşil Devrim bütün bunların hepsinin hakkından gelebilmiş değildir. Yeşil Devrim şöyle bir şey yapmıştır; bazı konularda, mesela tohumu ayırmıyoruz, tohumumuzu veriyor, ama sömürüyor bizi. Bize oradaki yaptığı tek şey, o traktörle getirdiği kolaylık. Eskiden biz daha uzun sürede taşırdık, şimdi traktörleri taksi gibi kullanıyoruz. Tarlamıza gidiyoruz, geliyoruz falan. Hemen hızlı bir biçimde tohumumuzu götürebiliyoruz. İşleri biraz hızlandırmıştır yoksa çok kolaylaştırıcı değildir. Sonuçta, yani mibzerle ekmeyle, elle ekme arasında çok fazla zaman farkı yoktur ve belki üç beş katıdır. Bu insanların ayırabilecekleri bir zamandır ama traktör kolayına gider. Biraz daha ona alışmıştır ve bu tür şeyler vardır yoksa çiftçi yan gelip yatmıyor, işte dağdan bayırdan bir şeyler toplayıp getirmiyor. Mesela hayvancılık da ha keza böyle belalı bir iştir. Onun gübresini bile bir yere çıkartıp tekrar kullanabilecek bir halde düzenli bir biçimde saklamak, yanmasını düzenli sağlamak bile ciddi bir problemdir ve zaman ayırmanız iş gücü harcamanız gerekir. Sonuçta iki tane tavuğunuz bile olsa, onu yemlemeniz gerekir, sorumluluğu var. Böyle bir şey vardır; çiftçi yan gelip yatmıyor ama bazı konularda şirketler bir biçimde girmiş ve karlı bölümleri kendilerine almışlar, bizi alıştırmışlar ve biz sömürülüyoruz orada, diyoruz ki “hayır, bunları da biz yapabiliriz, sömürülmeyiz”. İşte şimdi sorunuza geliyorum: “Sömürülmememiz lazım, biz bunları yapabiliriz” diyoruz. Şimdi burada yapabilmek için de şöyle bir yöntemin uygulanması lazım: Bugüne kadar 60’tan bu yana toprak kirlenmiştir. 60’tan bu yana su kirlenmiştir. 60’tan bu yana şirketlerin lehine çalışan kamu, tarıma öncülük yapmamış ve göz yummuştur toprağın kirlenmesine, suyun kirlenmesine ve şu anda insanların sağlığını tehdit eden ilaç atımında bile önderlik yapmamaktadır. Mesela 84 yılında Özal, Zirai Mücadele Karantina Genel Müdürlüğü’nü kapattı. Bu kurum, bölgeyi tarar ve “şu dönemde tamam ilaç atmanız lazım, şu oranda atmanız” diye reçete verirdi. Şimdi böyle bir şey yok. Şimdi şirketleri ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan ilaç firmasının temsilcisi bu işlere yön veriyor. Sonra işte domatesimiz, biberimiz Rusya’dan geri dönüyor. “Peki, Rusya’dan geri dönen, orada bir denetim gördü de geri döndü, buradaki ne olacak, buradaki insanların durumu nedir” diye sorduğumuzda, ona yanıt yok. Ona bir yanıt üretilemiyor. Demek ki biz bunu tüketiyoruz. Bize orada ne tavsiye ediliyor? Çiftçiler olarak diğer taraftan tüketici olduğumuz için söylüyorum, bize tavsiye edilen nedir? Televizyonlara çıkılıp “domatesi aldığınızda, sirkeli suyla yıkayınız” deniyor, yani şimdi bunu duyan bir kamu var ama önlem almıyor. Bunu duyuyor, televizyonlarda bunu duyuyor, vahametini görüyor ama 70 milyon insanın sağlığını düşünen bir yerden müdahil değil hâlâ. Hâlâ şirketlerin önünü açan bir tarzda, çünkü şirketler sermaye olarak güçlü, sermaye olarak güçlü olan bu şirketler aynı zamanda politik olarak yönetimlerin üzerinde etkin, sevk ve idare ediyor, yönlendiriyor. İşte Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu bu gücü kırmaya ve kendi gücünü tekrar egemen kılıp bu üretim tarzının kendisini sağlamaya yönelik bir çaba içerisine girecek.

Bu noktada bizim şimdi bugüne kadar kirletilmiş olan bu topraktan birden bire çok yüksek verim elde etmemiz mümkün değil. Buna döndüğümüzde, ayakta kalmamız ve çiftçiliği sürdürmemiz de mümkün değil. “Dolayısıyla belli bir plan program dahilinde, yani vereceğimiz demokratik mücadele ile belli bir plan program dahilinde şu bölge organiğe dönecektir, bu bölgede arazisi olan 50 dönem arazisi olan insanlar, 15’er dönümünüzü organiğe döndürün ya da 10 dönümünüzü organiğe döndürün: Bu aradaki verim kaybınız, tarafımızdan karşılanacaktır. Telafi edici ödeme adı altında karşılanacaktır” gibi ve aynı zamanda bunu programlayan, denetleyen ve izleyen ve yön veren bir tarzda “şöyle kullanacaksınız, böyle kullanacaksınız, gübreyi şöyle yakacaksınız” gibi bütün bu teknik bilgileri de beraberinde veren bir tarza aşamalı bir biçimde geçilmesi lazım. Şimdi bu 50 dönüm arazinin 5’te 1’i 5 yıl sonra normale dönüyorsa, ikinciyi bu sefer devreye sokması gerekir. Böyle aşamalı bir biçimde, doğayla bir yandan yeniden barışırken, diğer yandan açlığa kıtlığa neden olmadan bu hayata yeniden dönmemizi sağlaması lazım. Bunun için de Çiftçi Sendikaları olarak biz şunu istiyoruz: Kamunun bu işin içerisinde olmasını ve “telafi edici ödemeler” adı altında bunu yapmasını istiyoruz. Bunu kamu yapmayacaksa, öncülük ve önderlik yapmayacaksa o zaman bizden stopajları almasın, vergileri almasın, biz bununla ilgili işlerimizi kendimiz çözelim. Yani “çiftçiler siz bu sorununuzu çözün, biz kamu olarak çözmeyeceğiz” dediği andan itibaren de bizden vergi almaması lazım. Mesela Bağ-Kur’u nasıl yürütecekse, başının çaresine bakması lazım kamunun. Çünkü bizim otomatikman % 1 brüt üzerinden, sattığımız ürünlerin % 1’i Bağ-Kur’a gidiyor. Biz yararlanmıyoruz mesela bundan. Çayır Mera Fonu’na gidiyor % 1, yani toplam olarak şu anda biz % 8.6 oranında brüt vergi veriyoruz ve vergi kaçıramayan tek sektör çiftçidir. Niye kaçıramıyor? Şimdi biz ürünümüzü borsaya getirdiğimizde, ilk önce bu paralar kesildikten sonra paramız veriliyor. Aynı Osmanlı döneminin öşür sisteminin kendisi uygulanıyor. Adı konulmamış bir öşür sistemi var. Dolayısıyla burada bizden bu vergileri alıyorsa devlet, eğer yurttaşını düşünüyorsa, arazisini, toprağını ve vatanını düşünüyorsa -vatan sadece o sınırlar falan değildir; toprağın kendisidir, toprağına böyle sahip çıkmazsan, elindeki o toprak için ölmenin de bir anlamı yok, bir gereği de yok- bunu doğayla barışmak için kullanmalıdır. Doğayla kavga etmenin insanlığa bir şey kazandırmadığı görülmüştür artık. Bunu bu aşamalarla yapmak mümkün. Hem az önce söylediğim gibi açlığa kıtlığa falan girmeden bir şekilde bunu çözmek mümkün ve ben mümkün olmanın ötesinde bunun zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bizim Çiftçi Sendikaları olarak tarımın bu yöne yeniden döndürülmesi gibi bir çabamız olacak. Bu hedeflerimiz arasında.

Biz sanıyorum Türkiye’de böyle bir çalışmanın bir örneğini yaşamadık henüz, değil mi?

Kamu ile iç içe böyle bir şey yok ama tek tek insanlar arasında bunlar var, yönelim var. Burada kimler yönelebiliyor? Diyelim ki orta ile büyük toprak arasındakiler buna yönelebiliyor. Niye?

Bölebiliyor toprağını...

Bir bölümünü bölebiliyor, yani şöyle diyelim; ayrıca o kadar bölümle kumar oynayabiliyor, gözden çıkarabiliyor o miktarı. 200 dönüm arazisi var, “bunun 20 dönümünden almasam da olur” diyor ve onu yeniden kazanmaya çalışıyor, o toprağı yeniden kazanmaya çalışanlar var ama bu çok mu egemen bir tarz? Değil tabii.

Peki Türkiye dışında bunun yaygın örnekleri var mı? Yani topyekun bir dönüşüm pratiği izleniyor mu?

Şimdi Avrupa bunu programına aldı.

Çünkü en kirli toprakların, en kirli suyun Avrupa’da olması lazım, Kuzey Amerika’da olması lazım.

Evet. Öyledir de zaten. Yani Türkiye’de biz ortalama hektara 84 kilo gübre atarız, onlar 350 civarında kimyasal gübre kullanırlar. Ama şöyle bir yanılsama da olmamalı: Mesela bizim Akdeniz, Ege çeperine baktığımızda, bizim orada kullandığımız kimyasal ilaç miktarı Avrupa’dan daha yüksektir. Böyle de bir gerçekliğimiz var. Hep, bütün arazilerimiz temizdir diyemeyiz dolayısıyla. Ama onlar bunu fark ettiler ve bir dönüşüm içerisinde, belirli bir program dahilinde, hükümet politikasıyla dönüyorlar ve hatta arazinin bir bölümünü, bu gıda kıtlığı ortaya çıkmadan önce “set aside” adı altında bir bölümünü bırakmak biçiminde bir çalışmaları vardı. Bırakmak da şöyle: Sizin 50 dönüm araziniz var, diyorsunuz ki “10 dönümünü terk edeceğim kamuya, buradaki kamu devlet değil toplum yararına, örneğin orman olarak bırakacağım” ama o 10 dönümden her yıl ne kadar kazanç elde ediyorsanız, devlet telafi edici ödeme altında ödüyor size. Ve onu doğaya kazandırıyor, insanlara kazandırıyor. İnsanların ortak malı haline dönüştürüyor, herkesin yararlanacağı bir hale dönüştürüyor. Dolayısıyla Avrupa’da bu var, % 10’u hedefliyorlar. Arazilerin % 10’u şu kadar yılda organik tarıma dönecektir, dönüştürülecektir diye bir çalışma var. Avrupa’da böyle bir çaba var ve bunu Ortak Tarım Politikası altında yapıyorlar.

Avrupa Birliği ve Tarım kitabınızda, Türkiye’deki tarımı yarı endüstriyel sistemler şeklinde tarif ediyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?

Şimdi şöyle: Türkiye’deki traktör oranı ile Avrupa’daki eşit değil. Birincisi bu. İkincisi bizim kullandığımız kimyasal gübre ile Avrupa’nın aynı değil; bizim daha az, az önce söylediğim gibi. Onun dışında bizdeki kurulan destekleme politikalarıyla, onlardaki destekleme politikaları farklı. Onların müdahale araçları ile bizim müdahale araçlarımız farklı ve onların yönelimi ile bizim yönelimimiz farklı, yani onlar az önce söylediğim gibi % 10’unu tekrar organik tarıma döndürmek için hem çevreciler, hem tüketiciler, hem de çiftçilerin talebi, baskılarıyla bu hale dönerken, bizde tam tersi, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikaları’nın baskılarıyla biz endüstriyel tarıma daha fazla gömülelim, şirketlere daha bağımlı hale gelelim diye politikalar üretiliyor. Bunlar az önce söyledim gibi, yeni çıkarılan Tohum Yasası’ndan Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Yasası’na kadar, Tekel Yasası, Şeker Yasası; bütün o çıkarılan yasaların hepsinin içeriğine baktığınızda, çiftçiliği çiftçilikten koparan, onlar üzerinde şirketleri egemen kılmaya çalışan bir tarzın olduğunu görürüz.

6. Günümüzde Sözleşmeli Tarım

Sözleşmeli tarımdan söz ediyorsunuz bir de kitapta. Sözleşmeli tarım nasıl oluyor, ne tür zararları var?

Şimdi, başlangıçta söylediğim gibi Türkiye’de plantasyon özelliği gösteren ürün bölgeleri var. Şimdi Hindistan’a, Latin Amerika’ya baktığımızda şirketler büyük topraklara sahip. Şirketler küçük toprakları istemiyorlar artık. Niye istemiyorlar? Bir kere çok kolay elden çıkartamıyorlar ve çok kolay elden çıkartamadıkları bu topraklar değer de kazanmıyor; diğer alanlara göre çok yüksek değerler de elde etmiyor ama sözleşmeli üreticilikte kamu devreden çıkartılınca, çiftçiler de kendilerine bir tane sahip bulup ona üretmek zorunda kaldığında, işte o zaman o plantasyon özelliğine sahip olan ürünlerde şirketler egemenlik kurabiliyor. Satın almadan egemenlik kuruyor.

Sözleşmeli tarım, kamunun devreden çıkarılması ile gündeme gelen bir uygulama.

Evet, aslında bu sözleşmeli tarım esas olarak bugün gündeme gelmemiştir –onun tarihini biraz açalım– biz geçmişte de sözleşmeli üretim yapıyorduk. Nereye yapıyorduk? Devlete yapıyorduk ve halen de yapıyoruz ve şekeri biz öyle üretiriz, şekerpancarını şeker şirketiyle sözleşmeli üretiriz. Bir de biz devlete tohum üretirdik.

Şeker devletin elinde mi hâlâ?

Tabii. Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi devletindir.

Ama onun özelleştirilmesi de gündemdedir her halde?

Evet, o da gündemde, zaten üç tane fabrikası da özelleştirildi. Şimdi bunlarda, mesela çok geçmişten bu yana, o şeker fabrikaları kurulduğundan bu yana şeker şirketi ile biz sözleşme yaparız ve ayrıca devlet için tohum üretiriz biz. O Devlet Üretme Çiftlikleri’nin sattığı tohumların bir bölümünü biz üretiriz. Devlet için sözleşmeli tohum üretirdik İç Anadolu’da. Dolayısıyla sözleşmeli üretim vardır ama burada taraf olan devlettir, bir şirket değildir. Haklarını koruma ve hesabını sormanın bir yöntemi vardır; bunlarda bir oy kaygısı vardır. Şirkette böyle bir durum söz konusu değil. Şirkette tek taraflı, onun egemenliğinde kurulmuş bir sözleşme söz konusu ve biz buna bir kere cepheden karşıyız: “Sözleşme olmamalıdır” diyoruz. Çünkü sözleşmenin bağımlı kılıcı bir özelliği var. Tek taraflı bağımlı kılıyor ve sevk ve idare şirkete geçiyor. Şimdi sevk ve idare ona nasıl geçiyor? Tohumunu o veriyor, gübreyi o veriyor, ilacı o veriyor ve ne kadar tohum atılacağına o karar veriyor, ne zaman atılacağına da o karar veriyor. Ne kadar gübre atılacağına ve ne zaman atılacağına karar veriyor ve ne kadar ilaç ve ne zaman atılacağına o karar veriyor, ne zaman hasat edileceğine de o karar veriyor. Bunun anlamı şu...

Peki bunu toprak sahipleri mi yapıyor yoksa yarıcı, ortakçı, kiracılar da sözleşme yapabiliyorlar mı?

Hayır, toprak sahibi olmanız lazım.

Ama toprak sahibi küçük köylü bunu yapabiliyor.

Tabii şimdi o da, ne derler işte bir başkasını çalıştırabiliyor o tarlada. Buradaki problem, bir kere çiftçi üretim sürecinin hiçbir yerinde söz ve karar sahibi değil. Şimdi burada çiftçi, çiftçi olmaktan çıkıyor işçileşiyor. İşçi sadece emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan değildir, aynı zamanda üretim sürecinde söz ve karar sahibi olmayandır. Dolayısıyla çiftçi, sözleşmeli üretimle birlikte, çiftçilikten çıkıyor, işçileşiyor. Şimdi bu noktadan baktığımızda, işçileşmesine baktığımızda, normal bir fabrika işçinin sigortası vardır, sosyal güvenliği vardır. Çiftçinin sigortası ve sosyal güvenliği yok, yani hiçbir hakkı yok. Ayrıca, o işçi, fabrikadaki işçi düzenli maaşını alabilir, örgütlenebilir o hakkını arar. Böyle bir durum söz konusu değil çiftçilikte, çünkü çiftçi ne kadar üretirse o kadar elde eder. Bir de daha tehlikelisi, esas olarak doğaya bağımlı bir üretim yapıyorsunuz. Bütün girdileri size şirket sağladı ama dolu yağdı ve bütün ürün gitti, bunu çiftçi ödemek zorunda.

Sigortalı değil mi o ürün sözleşme altında?

Hayır, sigortalı değil. Sigorta ettirdiğinizde çiftçi ödüyor zaten şirket ödemiyor onu da ve de bizde sigorta daha yeni başladı, onları da anlatırım, problemli bir durumdur. Şimdi, bu noktada, yani doğadan gelecek olan zararın kendisini de karşılamakla mükellef olan çiftçidir. Böyle bir terslik var. Dolayısıyla buna böyle baktığımızda, burada çiftçi artık çiftçi de değil, işçi de değil, yani maraba ile köle arası bir şeye dönüşüyor, adı henüz bulunamamış bir şey yani, yani kimileri işçi de diyor ama işçi de olamıyor bu durumda; sosyal güvenliği yok, işte maaş alamıyor falan, yani her durumda fatura çiftçiye çıkıyor. Sonuçta olumsuzlukların faturası çiftçiye, kazanç şirkete. Bir de bu işin şöyle bir yanı vardır: Sözleşmeli üretimde şirket sadece ürünü almayı garanti etmiyor, o sadece sanayi görevi de görmüyor, tüccarlık hizmeti veriyor. Şimdi size tohumu verdi. Ne zaman verdi? Ekim ayında verdi, işte kasımda verdi. Ne kadar verdi? Şu kadar verdi. Hepsini topluyor, haziran geldi, temmuz geldi hasat yapıyorsunuz. Hasadı yaptınız, hesap görmeye oturduğunuzda diyor ki “ben size şu kadar tohum verdim. Tohumu verdiğimde şu kadar dolar ediyordu, dolar bugün bu kadar” diyor. Böyle oturuyor sizinle. İlaçta ve her şeyde böyle.

Bunların tümünü bayileri aracılığıyla mı yapıyor?

Bölgede sözleşme yapan onların temsilcileri var. Bu temsilci geliyor, sözleşmeyi yapıyor, o sırada herkesin ihtiyacı olan bu şeyleri de dağıtıyor ya da bazı yerlerde “şuradan alabilirsiniz” diyor, bazı yerlerde kamyonlarla getirip dağıtıyor tohumunu, gübresini falan. Şimdi burada bir yandan esas itibariyle bize tohum, ilaç, gübre satıyor; vermiyor, satıyor, yani o günün fiyatı üzerinden biz aldığımızda hesap yapıyoruz, o günün fiyatı üzerinde durmuyor, bize borç vermiş oluyor, adeta bir tefecilik sistemiyle temmuzda onu bizden tahsil ediyor, faizi ile birlikte. Bu sözleşmeyi yaparken de tek taraflı yapıyor, yani sizin hiçbir söz söyleme hakkınız yok; matbu önünüze koyuyor, üretirseniz üretirsiniz, üretmezseniz üretmezsiniz! Bir başka şey, sözleşmeli sistemde siz benim için üretiyorsunuz, sözleşme yaptınız ama aynı tarzda çalışan bir başka şirket ile sözleşme yapıp üretim yapamazsınız, bu yasaktır. Ama benim arazim var, başka arazide yetiştireyim, “hayır yapamazsın” diyor, “yaparsanız malını almam, sözleşme yapmam” diyor, yani böyle, tamamen bir kontrol altında. Başka bir deyişle şirketler arası rekabette de zarar gören yine çiftçi oluyor.

Küçük köylü bu kadar kötü bir sözleşmenin altına bile imza atabildiğine göre kamu orayı o kadar boşaltmış ki...

Evet.

Bağımsız bir üretim, yani gerçekten çiftçilik yapabilecek durumda değil artık.

Yani şöyle söyleyeyim size: Bir kere dediğiniz kesinlikle doğru. Diyelim ki Uşak Eşme’nin Kayapınar Köyü’nde sözleşme yaptınız. Şirket ödemelerinizi yapmadı. “Yetkili mahkeme İzmir’dir” diyor.

Şirket mi İzmir’de?

Şirket, İzmir’de. Şimdi bu Kayapınar Köyü’nden çıkacak, İzmir’e mahkemeye gidecek, mahkemeye verecek, mahkemeyi kazanacak da parasını alacak! Kaç tane böyle köylü vardır? O olanağa sahip kaç köylü vardır ve bunu becerebilecek yetenekte, avukat tutabilecek ve bu işleri yürütebilecek kaç tane çiftçi vardır? Şimdi bütün bunların hepsini hesaba kattığımızda, mesela Avrupa bunu fark ediyor ve 2001 yılında Avrupa’nın bir açıklaması var. O yönetmeliğin numarasını ben size veririm. 2001 yılında bir yönetmelik çıkarıyor. Çıkardığı yönetmelikle şu kararı alıyor: “Şirketler, tek tek çiftçilerle sözleşme imzalayamaz” diyor. “Yasaktır” diyor. “Çiftçi de tek başına şirketle sözleşme imzalayamaz, yasaktır” diyor. “Örgütleri aracılığıyla sözleşme yapabilir” diyor. Çünkü bakıyor ki çiftçi tek taraflı bağımlı ve her zaman şirketten yana işliyor. Mesela Avrupa Birliği bunu yasaklamış, bizim ülkemizde yasaklanmıyor.

Türkiye’de sözleşmeli çiftçi çalıştıran şirketler hangileri, en büyükleri?

En büyükleri dolaylı olarak aracılarla Philip Morris, BAT, JTI, doğrudan Efes Pilsen, konserve fabrikaları, işte birçok şimdi isimlerini sayamayacağım yem fabrikaları ve un fabrikaları. Mesela yem fabrikaları mısır ürettirir. Un fabrikaları buğday ürettirir. Bu tür şeyler...

Çiftçiyi bu sözleşmeli sistemden kurtarabilmek için ne yapılması gerekiyor, neyi öneriyorsunuz?

7. Çiftçi Haklarının Korunmasında Kamunun Rolü

Şimdi biz şunu öneriyoruz: Bir, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Yasası’nın değişmesi lazım diyoruz. Yönetim demokratikleştirilmeli ve seçimleri demokratikleştirilmeli, işleyişi demokratikleştirilmeli ve piyasada bir şirket gibi görev üstlenmemeli ve şirketlerle ortaklık yapmamalı. Şu anda kanun şirketlerle ortaklık yapmalarının önünü açtı ve şu anda giderek büyük holdinglerin eline geçiyor kooperatifler, yani kooperatiflerin tekrar çiftçi örgütü haline dönüşmesi halinde...

Kooperatifler devlet dairesi gibi işliyordu, demokratik bir işleyişi yoktu ama şimdi de şirketleştiriliyor...

Yani şöyle diyebiliriz: 2000 yılına kadar Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin yönetimini üyesi olan çiftçiler oluştururdu ama 2000 yılına kadarki süreçte bu yönetim kurullarının üzerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan bir tane genel müdür atanırdı. Bu bir tane genel müdür yönetimin üzerindeydi ve orayı yönetirdi. Buna devlet vesayeti altında kooperatifçilik diyoruz. Şimdi bu genel müdür gelir, ne kadar ürün alacağına karar verir, kaç liradan alınacağına karar verir, ne kadarının işleneceğine karar verir, işlendikten sonra kaça satılacağına ve ne kadar satılacağına o karar verirdi. Bu durumda bizim elimize bir şey geçmiyordu; ürünümüzü satıyorduk, çırak çıkıyorduk. Dedik ki bu genel müdürü kendimiz atayalım diye sürekli böyle tepkilerimiz oldu. “Hay hay” dediler bize “genel müdürünüzü kendiniz seçebilirsiniz” dediler ama Dünya Bankası yeni bir formül geliştirdi, Yeniden Yapılandırma Kurulları’nı getirdi bu kez. Yeniden Yapılandırma Kurulları da kooperatifin üzerinde adeta IMF’nin Türkiye ile kurduğu gibi ilişki kurmaya başladı. Nasıl ki IMF diyor ki “ben size bu kadar kredi veririm, şu dilimini Tüpraş’ı özelleştirirseniz, bu dilimini sosyal güvenlik yasasını çıkarırsınız, bu dilimini de Et Balık’ı özelleştirirseniz serbest bırakırım” falan diyorsa, Yeniden Yapılandırma Kurulları da “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin arsalarını satarsanız, marketlerini satarsanız, işçilerini işten atarsanız, işte entegre tesislerini anonim şirketlere dönüştürürseniz, halka açarsanız, o zaman biz de sizi serbest bırakırız”. Serbest dediği şu: Daha önce sözünü ettiğimiz, genel müdürün karar verdiği, yani devletin karar vererek zarar ettirdiği birliklerin borcunu sileriz diyor, “zararını sileriz” diyor. Kanunda “silinir” diyor ama böyle bir koşula bağlıyor, yani ilk önce kooperatifi, kooperatif olmaktan çıkardıktan sonra, bir piyasa aktörü haline getirdikten sonra böyle bir “sileriz” diyor. Oysa ki biz şunu biliyoruz: Kooperatifler, şirketlere alternatif olarak kurulmuş olan örgütlenme biçimleridir. Şirketleştiği andan itibaren onun bir anlamı kalmamıştır. Bugün, size somut bir örnek vereyim: Üzüm Birliği. Tariş Üzüm Birliği’nin kendisi Koç’la bir fabrika kurmuştur. Koç’la fabrika kurmuş ve rakı üretmektedir ama burada mesela Üzüm Birliği, kendi üreticilerinin üzümünü veremiyor buraya. Üretici başka bir şirkete satıyor, herhangi bir şirkete satıyor, onlar şirketten satın alıyor. Böyle bir sistem getirilmiştir. Şimdi bir; kendisi şirket kuruyor, bir özel sektörle şirket kuruyor ama beraberinde kurduğu bu şirket yetmiyormuş gibi o şirket çiftçinin ürününü de almıyor. Şirkete aldırtıyor, şirketten kendisine sattırıyor. Dolayısıyla kendisiyle her türlü teması ortadan kaldırıyor ve izole ediyor çiftçiyi. Oysa ki çiftçinin örgütü. Bunun için demokratik değil işleyiş, yani işleyiş demokratikleştirilsin derken kastımız bu ve aynı zamanda seçimleri de demokratik değil. Siz 1 yıl üzüm vermediniz, sizin o zaman oy kullanma hakkınız yok. Otomatikman atılıyorsunuz; oy kullanma hakkınız yok. Şimdi siz yönetimdesiniz, işte 500 dönüm araziniz var, 500 dönüm araziyi 5’er, 10’ar dönüm paylaştırıp kiracılık sistemiyle ya da ortakçılık sistemiyle paylaştırıyorsunuz, diğer insanların ürünlerini teslim alıyorsunuz, onların hepsi oy kullanabiliyor ve gelip size oyunu veriyor. Kendi arazilerini, yani büyük toprak sahipleri burada kendi arazilerini pay ederek orada sürekli egemenliklerini sürdürüyorlar. Şimdi bunlar böyle küçük kuruluşlar falan değil. Şimdi Trakya Birlik örneğin. Trakya Birlik, Türkiye’deki 100 büyük firma içerisinde 17. büyük firmadır, yani aynı şekilde Tariş, mesela geçmişte banka sahibiydi biliyorsunuz ama şu anda sanıyorum 27. büyük firma halindedir, yani defaten gözünü kapatıp 100 milyon dolarlar verip fabrikalar kurabilir. 180 ülkede mağazası var Tariş’in.

Tekel de böyle bir işleve mi sahipti?

Hayır. Tekel, devletindi ama şöyle bir özelliği vardı. Tekel, destekleme alımı yapıyordu.

Toprak Mahsulleri Ofisi gibi mi?

Toprak Mahsulleri Ofisi gibi değil. Toprak Mahsulleri Ofisi sadece alım yapardı. Tekel ise alım yapıp, işleyip, bir de pazarlardı. Tekel’in bütün Türkiye genelinde organize olmuş Türkiye’nin en büyük, dev pazarlama kuruluşuna sahipti ve dolayısı ile Tekel, devlet içinde devletti ve Tekel döneminde çiftçi mutluydu.

Onu biraz konuşalım. Evet, geçmişte Tekel gibi, Toprak Mahsulleri Ofisi gibi veya Tarım Satış Kooperatifleri gibi birtakım kamu kuruluşları vardı ve bunlar çiftçiyi koruyabiliyordu, yani çiftçi açısından daha iyiydi ama bunların işleyişine baktığımızda da demokratik işleyişe sahip oldukları söylenemez ve ideal kuruluşlar da değildi. Bundan sonrasına baktığımızda, çiftçilerin haklarını savunmak adına, onları tarım pazarlarında koruyabilmek adına daha farklı modeller önerilemez mi? Daha farklı kamu mülkiyeti modelleri, daha farklı kamu işletmeciliği modelleri önerilemez mi?

Şimdi Tekel’den başlayacak olursak, Tekel’in şöyle bir özelliği var: Reji’den(3) sonra, Tekel kurulduğundan beri tütün fiyatı şöyle belirlenirdi: Tekel bayisine gidilir, 70’lik rakının fiyatı ne kadarsa, çiftçi bilir ki bu sene 1 kilo tütünün fiyatı budur. Hükümet de gider, onu açıklar ve geri dönerdi. Bir nevi rutin bir iş görürdü hükümet bu konuda. Tekel destekleme alımlarından çıkarılana kadar, yani 2002 yılına kadar böyle devam etti. Şimdi şu anda 70’lik rakının fiyatı 26 milyon lira ama çiftçilerin Tekel devre dışı kaldıktan sonra destekleme alımı yapmadığından bu yana fiyat durumuna bugün baktığımızda, birinci kalite tütünün fiyatı 6 milyonu geçmiyor, yani 5’te 4 kaybı var. Tekel destekleme alımlarından çıkarıldıktan sonra uluslararası şirketler bu kadar para kazanıyor demektir. Şimdi 2002 yılı için, katmerli sömürüyü anlatmak için söylüyorum, 2002 yılı için biz bir hesap yaptık. Yaptığımız hesapta 1 paket sigaranın içindeki tütünün maliyeti 20 lira idi. O zaman da sigaranın fiyatı 1 milyon liraydı, yani görülmeyecek yok sayılabilecek bir orandır esasında. Şimdi tütünün fiyatı bir de bu 5’te 1’e düşünce, demek ki şu anda diyelim ki sigara yine 1 milyon olsa, 1 paket sigaranın içerisindeki tütün 4 bin lira, yani bu denli bir sömürü söz konusu. Şimdi şirketlerin de bu oranda bir kazancı söz konusu. Zaten geçenlerde BAT’ın bir açıklaması vardı, diyor ki “1932 yılından bu yana bizim hedefimiz Tekel’i ele geçirmekti.”

Şimdi 1932 yılından bu yana böyle bir emelleri vardı ve bunun peşinde yürüdüler ve hatta ben yazmıştım. 1966’da galiba, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin görüşmelerinin kızışmaya başladığı bir dönemde Amerika Avrupa’ya nota gönderiyor, diyor ki “tütün konusunda Türkiye’ye taviz vermeyeceksiniz”. Şimdi, 1966’da söylüyor bunu ve 2002 yılında özelleştirmenin önü açılıyor. Bu demek ki hiçbir zaman için, Reji’den bu yana unutulmamış ve hep takip edilmiş önemli bir zenginlik kaynağı. Baktığınızda Özal’dan başlayan, bugüne kadarki tüm hükümetler adım adım zincirleme olarak bu işin önünü açmış. Hiçbiri masum değil, yani o tarihi incelediğimizde hiçbiri masum değil. Buradan şuna gelmek istiyorum: Şimdi burada ülkenin zenginlikleri ve kaynakları bir yandan giderken, diğer yandan da çiftçi ayrıca sömürtülüyor ve çiftçi tütün üretimini terk etmek zorunda kalıyor, çünkü hepsini almıyorlar, herkese ürettirmiyorlar. 500 binin üzerindeki çiftçi ailesi şu anda 90 binlere düşmüş vaziyette.

Son Tütün Yasası ne diyor bu konuda?

Tütün Yasası diyor ki, o zaman Tekel vardı, “Tekel destekleme alımı yapamaz” diyor, yani...

Şimdi Tekel de yok...

Şimdi Tekel de yok ve şirket bulup ona satman gerekiyor, başka yapacağın bir şey yok. Yoksa tütün üretmeyeceksin demeye getiriyor. Şirket de belli; iki üç tane şirket var zaten Türkiye’de; JTI, BAT, ve Philip Morris. Mesela bir önceki dönemde Tekel, JTI’ye satılmıştı, sonra bozuldu. Şimdi, bir yandan IMF bize bastırıyor, diyor ki “Tekel’inizi satacaksınız, devlet sigara üretmekte, rakı üretmekte uğraşmaz” diyor. JTI nedir?

Bir şirket...

Değil. JTI devlet tekelidir. Japan Tobacco International. Hissesi ne kadardır? Bunun % 57’si Japon Devleti’nindir, bizzat kendi tekelidir JTI. Japonya’nın kendi tekeli. Şimdi bu noktadan baktığında Japonya bırakın kendi ülkesinde, bütün dünyada da sigara üretebiliyor, ama IMF diyor diye Türkiye kendi ülkesinde sigara üretemeyecek, üretemiyor yani işin böyle bir yanı var. Burada çiftçi sömürülüyor; bir. İkincisi, çiftçi ürettiği tütünü kıraçta üretir. Tütün üretmediği toprakta başka bir ürün üretmesi mümkün değildir, yani kıraçta ürettiği tütünün yerine ne olur? Ne mercimek ne de başka bir ürün ikame etmesi mümkün değildir.

Neden? Tütünün toprağa verdiği zarardan ötürü mü?

Hayır, hayır. Tütün o kadar kıraçta yetişebiliyor işte. O kıraçta yetişiyor ama o kıraçta başka ürün yetişmiyor ve bu aynı zamanda 200 bin hektar araziyi tutuyordu, toprağını tutuyordu, erozyonu önlüyordu. Şimdi hep kayalığa dönecek buralar. Şimdi bir de toprağın gidiyor erozyonda. Ondan sonra yerine başka bir şey üretemiyorsun, denendi bir sürü şeyler, olmadı ve çiftçin senin üretemiyor ve sen bunu doğru bir politika olarak görüyorsun. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’ni anlattık, benzer bir biçimde. Geçmişte devletin yönettiği dönemde bile devlet üç dört yılda bir seçime gittiği için korkusundan iyi fiyat veriyordu, köylüyü karşıma almayayım diye iyi fiyat veriyordu. Tekel’de iyi fiyat veriyordu üç dört yılda bir. Tekel sadece tütüncüyü vurmadı, üzümcüyü de vurdu, çünkü üzümden rakı üretiyordu. Suma fabrikaları vardı, üzümü oraya toplardı. Şimdi üzümcüler üzümünü satamıyor. Bütün bunlara baktığımızda, geçmişte esasında devletin güdümünde olmasına rağmen çok iyi bir organizasyon oluşmuş, iyi bir örgüt varmış bu ülkede; biz bunu fark ediyoruz. Hemen hemen her bölgenin kendisine özgü ürünü için Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri kurulmuş. Yetmeyen yerlerde, işte Tekel yapılmış, Çaykur yapılmış, işte Toprak Mahsulleri Ofisi yapılmış. Bu tür şeylerle de bunlar kontrol altına alınmış, denetlenmiş. Bunlar, bir an için şöyle düşünelim, yani devletin güdümündeki bu sistemin kendisini, çiftçilerin kendi öz örgütlerine devrettiğimizde ve bunun üretiminden pazarlama sürecine kadar üreticileri ve tüketicilerin ortak yönetimiyle karar verilen bir sistem düşünüldüğünde, aradan aracıları çıkarttığında şimdi yaşadığımız çaresizliği umutsuzluğu yaşıyor olur muyduk? Umutsuz bir insan kalır mıydı?

Bunu şöyle bir örnekle ben tamamlayayım: Bu sene en çok pirinç kavgası yaşandı bu ülkede. Oysa kavga yaşanmasını gerektiren hiçbir durum yoktu ve bir tüketici olarak, bir kentli olarak sizin ne kadar sömürüldüğünüzü ben söyleyeyim: Bizde 840 bin liraya pirincin fiyatı belirlendi ve bu piyasada 640 bin liraya oturdu, siz 8 milyondan tükettiniz. Şimdi direkt üreticiden tüketiciye bir sistemin kurulması halinde biz bunu zarar etmeseydik de size, 640’tan değil de 1 milyondan verseydik, siz de 8’de 1 parayla buna, pirince sahip olsaydınız, bugün bu kadar açığınız olur muydu? Bu, bütün ürünlerde böyle. Hepsini alt alta toplayın. Şöyle bilin ki marketlerde –sebze konusunda söylüyorum– sebze meyve fiyatı eğer 1 milyonsa, demek ki çiftçiden çıkışı 150 bin; 6 katını hesaplayacaksınız her zaman. 6 katın aşağısı marketler için zarardır, öyle düşünürler, planlarını öyle yapmışlardır. Dolayısıyla manavda, orada burada görülen fiyatların kendisinin çiftçi fiyatı olmadığı bilinmeli, üretici ve tüketici ortak bir biçimde bir tavrı ve karşı duruşu örgütlemelidir. Ancak bu, bu şekilde aşılabilir, başka türlü aşılamaz.

Ama bunun yanına, bugün dünyanın kendisi artık tehdit altındadır, risk altındadır, üretici, tüketici ve çevre örgütlerinin birlikte davranması ve aydınların birlikte davranması gerekir.

Bu söyleşi 10 Haziran 2008’de Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmıştır. Ses kaydı Filiz Öğretmen tarafından çözümlenmiştir.

NOTLAR

1 Çiftçi-Sen’in basına ve kamuoyuna yaptığı duyuru için bkz. http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=17177

2 Traktörün arkasına takılan bir tohum ekme aletidir.

3 Osmanlı döneminde, devletin borçlanmasının ardından üretilen tütünleri alan, işleyen yabancılar. Cumhuriyetle birlikte Reji ülkeden çıkarıldı yerine Tekel kuruldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder