22 Aralık 2009 Salı

Kopenhag İklim Zirvesi Sonrası

Atılım Gazetesi tarafından yapılan söyleşi.

Kopenhag Zirvesi İklim değişimi ve küresel ısınma konusunda bekleneni verdi mi? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kopenhag zirvesi iklim değişimini istikrara kavuşturacak sürdürülebilir bir koruma rejimi adına bekleneni vermedi. Ama politik öngörüleri doğrulaması bakımından bekleneni verdi. 2012 sonrası hakkındaki tartışmalar bundan iki yıl önce Bali'de başlamıştı. Bali Eylem Planı "ortak fakat farlılaştırılmış sorumluluklara" dayalı uzun vadeli işbirliği öneriyordu. Kyoto'nun salım indiriminde hem regülasyona hem de serbest pazar mekanizmalarına yaslanan araçlarına sahip çıkıyor, buna ilaveten "uyum" problemlerini de içerecek şekilde bir mali yardım çerçevesi öngörüyordu.

Dikkat ederseniz, Bali eylem planı Kyoto'ya ilaveten a. Kalkınmakta olan ülkelerin de eylemin bir parçası olmasını; b. Sadece salım indirimiyle ilgili sorunlara değil, değişen iklimlerin yaratacağı yeni doğal ve toplumsal şartlara uyum problemlerine de değinilmesini; c. Hem salım indirimi hem de uyum konusunda kalkınmakta olan ülkelere mali yardım yapılmasını öngörüyordu.

Bunların tümü birden makul önerilerdi. İklim değişimi hakkında akla ve bilime dayalı öngörülerle uyumluydu. Şöyle ki: Birincisi, bugün kalkınmış dünyayı, yani merkez kapitalist ülkeleri uzaya gönderseniz bile kalkınmakta olan dünya tek başına, geri dönülmez iklim değişimini tetikleyecek eşik seviyelerinin üzerinde salım yaratmaya başlayacak. Bu eşik kalkınmakta olan dünya tarafından 2020'de aşılmış olacak. Bugün Çin'in ABD'den de büyük baş kirletici olması bunun bir sembolü. İkincisi, gerçekçi olmasa bile varsayalım ki biz bugün küresel salımları yüzde 60 kadar azaltsak ve sera gazı birikimini durdursak bile bundan birkaç on yıl sonra belirecek iklim değişimi tabiri caizse "havada bekliyor". Yani, sadece salım indirimi meselelerine değil, uyum meselelerine de odaklanmalıyız. Son olarak da, kalkınmakta olan dünyayı bir taraftan kendi yoksulluğuyla mücadele ederken diğer taraftan batının izlemiş olduğundan farklı bir yol izlemeye teşvik edecek bir hakkaniyet çerçevesi gerekli. Mali yardım bunun bir ayağını oluşturabilir.

Soruya dönecek olursam, işte bu çerçevenin Kopenhag'a kadar geçen yaklaşık iki yıl içerisinde somut bir içeriğe kavuşturulması, Kopenhag'da ise tıpkı Kyoto'da olduğu şekilde uluslararası bağlayıcılığı olan bir anlaşmaya varılması ümit ediliyordu. Fakat 2009 boyunca Bonn ve Barselona gibi kentlerde yapılan hazırlık toplantılarından gelen haberler hiç iç açıcı değildi. Temel problemin Obama'nın varlığına karşın ABD'nin takındığı tavır ve buna mukabil ABD - Çin husumeti olduğu iddia edilebilir.

ABD, kendi içişlerinde radikal bir enerji reformundan söz ediyor olsa da, Kyoto benzeri çok taraflı ve bağlayıcı bir anlaşmaya onay vermedi. ABD içinde Kyoto'nun maliyetlerini aşırı ve aptalca bulan çok sayıda görüş ve çıkar grubu var ve bunlar Obama rejimi üzerinde hala güç sahibiler. Çok taraflı bağlayıcı bir anlaşmaya girmeyeceği anlaşılan ABD bunun üzerine müthiş bir bozgunculuk yaparak, yanına uluslararası siyaset söz konusu olduğunda esamesi okunmayan kalkınmamış ülkeleri de alarak alternatif, bağlayıcılığı olmayan bir küresel anlaşmaya gitmeye kalkıştı. Bu aslında ABD geleneğiyle örtüşen bir tutum, BM genel kurul oylamalarında da ABD çok taraflı davranmayı reddedip insanlık suçlarının savunuculuğunu üstlenirken yanına adını bile duymadığımız ülkeleri alır.

AB ise sanırım, Avrupa Komisyonu'nun öncesindeki iyi niyet beyanlarına karşın (örneğin kapsamlı bir anlaşmaya gidilirse 2020'ye kadar kendi salımlarını 1990’a göre yüzde 30 indirmeyi kabul ediyorlardı -ki bu reel politik açısından fena bir eylem değildir) ABD'nin elini taşın altına koymadığı bir ortamda bağlayıcı bir anlaşmaya yanaşmadı. Bu Kyoto'da böyle olmuştu. Esas itibariyle merkez Avrupa ülkeleri sorumluluk üstlenmiş olmalarına karşın Kyoto'nun yürürlükte olduğu dünyada küresel salımlar 1990-2010 aralığında yüzde 25 arttı. Yani anlaşma küresel olmayınca sorumluluk üstlenenlerin çabalarını da boşa çıkaran bir durum ortaya çıkıyor. Yaygın fakat yanlış bir şekilde "ortak mülklerin trajedisi", daha doğru bir adlandırma ile "açık erişim kaynaklarının trajedisi" diyebileceğimiz bir problem.

Ve Çin. Özellikle AB söz konusu olduğunda neden yüzde 30'u yetersiz görüp ille de yüzde 40 üzerinde ısrar ettiğini anlamış değilim. Ayrıca Çin bazı Afrika devletlerini yanına alıp, sembolik bir yardım çerçevesi öngörerek bir güç gösterisine de girişti. Kendisi adına 2020 itibariyle 2005’e göre yüzde 40 salım yoğunluğu indirimini savundu. Bunun anlamı, Çin’in salımlarının bu aralıkta yüzde 25 artmasıdır. Nüfusunun değişmeyeceğini varsayarsak, kişi başına salımlarda Çin’in 2020’de dünya ortalamasını yakalamasıdır.

Mali yardım meselesine gelince, hem indirim hem de uyum için dünya genelinde ihtiyaç duyulan kaynak, Dünya Bankası ve Uluslararası Enerji Ajansı verilerinden derlenen bilgilere göre yılda 200 milyar avro kadar. Bu muhteşem para gözümüze büyük görünse de dünya hasılasının, yani küresel GDP’nin yüzde 0.7’si. Karşılaştırmak açısından, ABD savunma bakanlığı bütçesi 460 milyar dolar. Kopenhag Anlaşması’nda taahhüt edilen mali yardım hemen önümüzdeki üç yıl için 30 milyar dolar. Yani devede kulak.

Sadece beş ülke, ki bunların çoğu en fazla karbon salımı yaratan ülkeler, sıcaklık artışını 2 dereceye indirme sözü verdi. Sanırım yasal bir yaptırımı yok. Sizce bu hedef gerçekçi mi?

Şimdi elimizde içi her bakımdan boş, hiçbir bağlayıcılığı olmayan bir Kopenhag Anlaşması metni var ve burada uzun vadeli işbirliğinin iklim değişimini 2 derece sıcaklık artışının altında tutmayı hedefleyeceği söyleniyor. Şu haliyle tabii ki inandırıcı değil. Bir kere, 2 derece sıcaklık artışının altında tutacak hangi sera gazı istikrar seviyesinden söz ediliyor? Sözü edilen 450 ppm ise bu çeşitli bilim insanları tarafından yetersiz görülen bir hedef. Ayrıca, 450 ppm keşke stratejik, üzerinde uzlaşılmış bir hedef olsa! Bu hedefe ulaşılması için ihtiyaç duyulan senelik küresel salım kotaları ve bu kotaların taraflar arasında paylaşımı hususunda atılmış hiçbir adım yok. Bu durumda ifade edilen hedefin bir niyet olmaktan öteye bir anlamı yok.

ABD ve Çin en fazla karbon salımı yapan iki ülke. Ancak zirve boyunca sürekli birbirlerini suçlamaya yöneldiler. Bu ülkelerin inatla iklim zirvesini kilitlemesini nasıl yorumluyorsunuz?

Bu soruyu yukarıda bir ölçüde yanıtlamaya çalıştım. Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) 1992’de imzalandı, 1995’te yürürlüğe girdi ve bundan böyle iklim değişiminin uluslararası siyasetin, devletler arası güç ilişkilerinin bir konusu olacağını ilan etti. İklim değişimi zirvelerinde yaşanan yarılmaları uluslararası siyasetin bağlamından kopararak ele almak mümkün değil. ABD 1940’lardan beri uluslararası alanda tek taraflı davranan bir süper güç olma özelliğine sahip. 2000’lerde küresel hegemonyasının zayıflamasıyla birlikte Bush yönetimi altında bu tavrını hırçın bir kabadayılığa dönüştürdü. Bugün ise Obama ile beraber, eskisi gibi mi devam edecek yoksa dünya topluluğunun bir parçası mı olacak bunun sancılarını yaşıyor. Çin ise ABD’nin önümüzdeki yıllarda ekonomik ve askeri hakimiyet bakımında boşaltmak durumunda kalacağı alanların önemli mirasçılarından birisi. Bir taraftan dizginlenemeyen ABD iç tüketimini karşılıyor, diğer taraftan ABD’ye hasım bir güç olarak Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nde (ASEAN) etkinliğini artırıyor. Bence UNFCCC Çin’e uluslararası siyaset sahnesinde diş gösterebileceği etkin bir platform sunuyor ve Çin sonuna kadar bunun tadını çıkarmak isteyecek. ABD’nin masum olmadığını biliyoruz fakat Çin de masum değil.

Ben aslında ABD’nin akla uygun bir iklim anlaşmasına sevk edilme olasılığını Çin’e göre daha yüksek görüyorum. ABD’de bir nevi şirket demokrasisi egemen fakat işleyen demokratik kurumlar var. Şirketlerin manipülasyonuna karşı direnebildikleri ölçüde insanlar siyaset üzerinde söz sahibi olabiliyorlar. Obama’nın iktidara gelişinde iç sosyal adalet meseleleri önemli bir faktör olmakla birlikte enerji ve çevre politikaları, uluslararası ilişkiler alanında yapılan vaatler de etkiliydi. ABD’de bazı eyaletler ve kentler federal hükümete rağmen kendi iklim değişimi gündemlerini ilan edebiliyorlar. Çin’de hükümeti iklim değişimi ile mücadeleye sevk edecek bir iç faktör var mı, buna bakmak gerek. Bilindiği kadarıyla emek sömürüsünün aşırı olduğu antidemokratik bir evrenden bahsediyoruz ve böyle bir ülkeyi idare eden yönetimin iklim değişimine karşı duyarlı davranmasını bekleyemeyiz.

Açıklanan yetersiz önlemler ekseninde gezegenimizi ne gibi sorunlar bekliyor?

Gezegenimizi ekolojik anlamda bekleyen sorunlar az çok tahmin edilebiliyor. Aşırı iklim olaylarının insanlar üzerinde kaçınılmaz etkileri olacak. Bu konuşma çerçevesinde sadece bir ikisine değinelim: Çevresel mültecilik yaygın bir sorun haline dönüşecek ve günümüzdeki mülteci dalgalarına yenileri eklenecek. Gıda üretimi ve sağlıklı gıdaya erişim, pek çok nedenle, önemli bir problem haline gelecek ve açlık şiddetlenecek. Dünya bugün bildiğimiz dünyaya göre insanların birbirine çok daha fazla karıştığı, yaşam mücadelesinin daha şiddetli verildiği bir dünya olacak.

Ben genel anlamda, iklim değişimiyle mücadele adına önemli adımların atılacağına inanıyorum. Enerji ve teknoloji alanında dönüşüm kaçınılmaz ve sistemin kendi ihtiyaçları açısından bir zorunluluk aynı zamanda. Fakat yukarından aşağıya doğru beklenen değişimin hızının, çöküş arifesindeki ekosistemlerin talep ettiği hıza erişemeyeceğini hissediyorum. Kopenhag’daki durum aslında çözümsüzlükten ziyade bir gecikme ve bu sorunun bir işareti. Yeraltı rezervlerinde kalan fosil yakıtların artık bundan böyle orada kalmasını talep edecek etkin bir küresel muhalif hareket günümüzde yok. İşlerin olduğu şekilde devamını tehdit eden, yüzyıl başındaki uluslararası işçi hareketine benzer bir küresel hareketin yokluğunda seçkinler kendilerini Kopenhag’da görüldüğü gibi sorumsuz hissetmeye devam edecekler. Onlar Kopenhag’daki sokak gösterilerine gülüp geçerken bizler de liberal paradigmanın içine hapsolacağız. İklim söz konusu olduğunda gezegenin karşı karşıya bulunduğu en önemli açmaz bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder