Bu yazıyı Temmuz 2009’da, Aralık ayında düzenlenecek olan Kopenhag iklim konferansı öncesinde ısınan gündemi daha iyi anlayabilmek amacıyla hazırlamıştım. Yazıda derlediğim bilgileri ve oluşturduğum görüşleri kısa yazılarla ve seminerlerle paylaşmaya gayret ettim. Kopenhag Konferansı’nın beklenenin de ötesinde büyük bir hayal kırıklığıyla sona erdiği şu günlerde, görece kapsamlı bir arka plan sağlamasını ümit ettiğim bu yazıyı, sonuna eklediğim yeni bir bölümle birlikte yayınlıyorum.
Kyoto’nun Yapısal Zaafları
Kyoto Protokolü 1997’de imzalandığında, kendisinden önceki ve sonraki konferans ve anlaşmaların yasal altyapısını tesis eden Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Anlaşması (UNFCCC, 1992) ilkelerinin sulandırılmış bir versiyonu olarak doğmuştu. UNFCCC özetle iki şeyin altını çiziyordu: (A) İnsan kaynaklı iklim değişiminin varlığını artık kabul etmeli ve bundan böyle ekonomi ve siyasete, bu problemin varlığını dikkate alarak yön vermeliyiz. (B) Erken sanayileşmiş ülkeler (bunlar Ek 1’de sıralanıyordu ve bu listenin içinde OECD ülkesi olduğu için Türkiye de yer alıyordu) sera gazı salımlarının kontrolünde öncü rol üstlenmeli ve gelişmiş ülkelere bu konuda gereken mali yardımı sağlamalıdır.[1] UNFCCC’nin 1994’te, elli imzaya ulaşarak yürürlüğe girmesinin ardından, post-sanayi devrimi toplumun yüz elli yıllık “kirli sırrı”, küresel ve ulusal siyasetin dikkate alması gereken bir gerçekliğe dönüştü.
Kyoto (UNFCCC’nin 1997 tarihli 3. Taraflar Konferansı), Çerçeve Anlaşma’nın Ek 1 ülkelerini kendi Ek B’sinde toplayarak onlara, 2012 yılı itibariyle sera gazı salımlarını, temel alınan 1990 değerlerine göre en az yüzde 5 oranında azaltmaları koşulunu getirdi. Kabul etmek gerekir ki bu adım, doğru yönde atılmış çok korkak bir adımdı, çünkü benimsenen şartlar akla uygun hiçbir iklim hedefini karşılayacak nitelikte değildi. Temel kabul edilen 1990 yılında dünya sera gazı salımları (başta karbondioksit olmak üzere metan, azot oksitler ve florokarbon gazlarının toplamı) UNFCCC’nin hesaplarına göre yaklaşık 30 milyar ton karbondioksit eşdeğeri (GtCO2/yıl) seviyesindeydi. Kyoto’nun Ek B’si, bu 30 milyar tonun yaklaşık 18 milyar tonunu, yani yüzde 60’ını kapsıyordu.[2] Ek B’de yer alıp da daha sonra protokolü onaylamayan ABD’nin tek başına yarattığı 6 milyar ton kirliliği hesaplardan düştüğümüzde, Kyoto’nun üzerinde bağlayıcı olduğu 12 milyar ton, yani yüzde 40’lık bir salım kalıyordu. Diğer yüzde 60 ise hiçbir sınır tanımadan büyümeye devam edecekti. İşlerin yolunda gitmesi, yükümlülük alan ülkelerin görevlerini yerine getirmeleri halinde bile o günden bakıldığında, 2012’de küresel salımların yüzde 25 oranında artacağı kolaylıkla tahmin edilebilirdi.[3]
Kaybedilen Zaman ve Bilimin Yeni Öngörüleri
Kyoto’nun imzalandığı yıllarda iklim bilimi, ekosistemler üzerinde geri dönüşsüz, kapsamlı bir çöküşü önleyecek en yüksek denge yüzey sıcaklığı artışını (endüstri öncesi döneme göre) 2 oC olarak kabul ediyordu –bunun 0.6 oC’si şimdiden gerçekleşmiş, geriye 1.4 oC kalmıştı. Saf bilimsel öngörülerin ötesinde, elimizden gelenler ile katlanmamız gerekenler arasında bir denge gözeten bu “sıcaklık artışı çıpası” bugün eskisine göre daha tartışmalı. Ortalama sıcaklıkların küresel dağılımı dikkate alındığında, 2 oC’lik artışın örneğin Afrika Kıtası’nda 3-3.5 oC’lik artışa karşılık geldiği öngörülüyor. Bu, Afrika’nın bir yaşam alanı olarak gözden çıkarılması anlamına geliyor. Ayrıca 2 oC sıcaklık artışı çıpasını yakalamak için hedeflenmesi gereken sera gazı denge seviyesi öngörüleri o günden bugüne epeyce aşağıya çekildi. Bundan on yıl önce, 450 ila 500 ppm sera gazı denge seviyesinden söz etmek meşru bir pozisyondu.[4] 450 ppm sera gazı denge hedefini yakalamak için 2050 yılı itibariyle küresel karbon salımlarını 2000’e göre yaklaşık yüzde 40 ila 45 oranında indirmenin yeterli olacağı tahmin ediliyordu.[5] Kyoto, orta vadede yüzde 40 indirim öngören bilimi temel almasına karşın, ilk on ila yirmi yıl için yüzde 25 artışı göze alan bir çerçeveden hareket ettiği için çok açık bir şekilde yetersizdi.
Maalesef bugün, 2050 için yüzde 40 salım indirimi hedefiyle yetinmek fazlasıyla lüks. Çünkü, birincisi, arkamızda UNFCCC’ye rağmen büyük ölçüde boşa geçirilmiş bir yirmi yılı bırakıyoruz. Bu yirmi yıl boyunca atmosferimiz sera gazları ile dolmaya devam etti. Sera gazları içerisinde sadece karbon dioksiti dikkate aldığımızda, 1990 yılındaki yaklaşık 350 ppm konsantrasyon seviyesi, 2008 itibariyle yaklaşık 380 ppm’e ulaştı.[6] Daha yüksek konsantrasyon seviyeleri, daha şiddetli salım indirim hedeflerini zorunlu kılar. Nasıl ki tabanındaki bir delik nedeniyle içindeki sıvıyı sürekli sızdıran bir su tankını, ağzına kadar doluyken boşaltmak, yarı yarıya doluyken olduğundan daha fazla zaman alıyorsa, yerkürenin çok yüksek sera gazı seviyeleriyle kirlenmiş bir atmosferi bu gazlardan yeterince arındırması da benzer bir güçlük içeriyor.[7] İkincisi, karbon dioksit için yutak görevi gören kara ve okyanusların durumu hakkında yapılan son analizler pek iç açıcı değil. Önümüzdeki on yıllarda bu yutakların doygunlaşacağı, karbondioksit özümleme hızının azalacağı öngörülüyor (tankın dibindeki deliğin daralmasına benzetebiliriz).[8] Üçüncüsü, tüm iklim geri beslemeleri (şu çokça söz edilen feedbackler, permafrost erimesi ve metan çıkışı, azot oksit gazları, albedo vb.) içerisinde özellikle yavaş tepki verenler dikkate alındığında, denge konsantrasyon seviyesine karşılık gelen sıcaklık değişim tahminleri (iklim duyarlığı) öngörüleri ciddi bir değişim geçiriyor. Bugün artık 450 ppm denge ve istikrar hedeflerinden değil, 350 ppm ve daha düşük denge ve istikrar hedeflerinden söz eden önemli bilim insanlarını okuyoruz.[9].
Henüz IPCC tarafından gözden geçirilmemiş olan bu 350 ppm hedefine ulaşmak için James Hansen ve arkadaşları, 2030 yılı itibariyle kömürün, karbon salımını tamamını tutmaksızın yaktığımız bölümünün tümüyle sıfırlanması gerektiğini söylüyorlar. Diğer fosil yakıtlara dair alınacak önlemlerle birlikte bunun anlamı, 2000 sonrasında 8 GtC/yıl’ın üzerine yükselen CO2 salımları, 2050 yılında 2 GtC/yıl seviyesine inecek, 2100’de ise pratik olarak sıfırlanacak.[10] [11]
Türkiye’nin Pozisyonu
Bir OECD ülkesi olarak UNFCCC’nin Ek 1’inde yer alan Türkiye, Ek B’ye dahil edilip kendisine yükümlülük dayatılacağı korkusuyla, Kyoto’yu 2009 senesine kadar imzalamamıştı. Fakat Kyoto’suz geçen on beş yılı (1990-2006) hovardaca harcayarak toplam sera gazı salımlarını yüzde 95 oranında artırdı –nerdeyse ikiye katladı– ve bu alanda bir dünya rekoruna imza attı.[12] Söz konusu hovardalığın manasını iyi kavrayabilmek açısından, sera gazı salımından sorumlu teknolojik / fiziksel altyapının süredurumunu hatırlatmakta yarar var: Üzerinde motorlu taşıtların gezindiği oto yollar, geleceği bağlayan doğal gaz alım anlaşmaları, eski teknoloji ile kurulan fosil yakıt santralleri, endüstriyel altyapı. Bunlar bir kez kurulduktan sonra ekonomik ömrünü tamamlayana kadar hizmete ve aynı zamanda kendisine benzeyen yatırımları çekmeye devam eder. Yani, Türkiye canını dişine taksa bile, bir süre daha sera gazı salım artışında dünyaya önderlik edecek. Gelinen noktada, Türkiye’nin kişi başına salımları dünya ortalamasını yakalamış vaziyette. Akılda kalıcı olması bakımından, “70 milyonluk Türkiye’nin 7 milyarlık Dünya’da yüzde 1 oranında salım yarattığını” söyleyebiliriz. Nihayet, 2009’da Kyoto’yu imzalayan Türkiye, dış politika sinikleri ve ulusal kalkınmacıların iddia ettiği gibi Ek B’ye dahil olmadı, fakat 2012 sonrası müzakerelerin, artık azgelişmişlik özrüne sığınması mümkün olmayan bir ortağına dönüştü.
Kyoto’nun Bilançosu
2006 yılı itibariyle dünya salımlarının, yukarıdaki tahminlerimizin ötesinde arttığını (1990 değerlerine göre yüzde 25 artış 2006 itibariyle yakalanmış vaziyette [13]) Kyoto Ek B ülkelerinin kendilerine biçtikleri minimum hedefi (yüzde 5 indirim) toplamda yakalıyor görünmekle birlikte, bunun apaçık sahte bir nedenle gerçekleştiğini tespit edebiliyoruz: Ek B’de yer alan ve 1990’larda Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte ekonomik çöküş yaşayan eski Doğu Bloğu ülkelerinin (90’ların jargonuyla, geçiş içerisindeki ekonomilerin) anlaşma için temel alınan 1990 yılı sera gazı salımlarının, anlaşmanın tesis edildiği 1997 yılındaki salım değerlerinin yaklaşık iki misli olması nedeniyle. Diğer bir deyişle, anlaşma 1997 yılında, 1990 senesini baz alarak tesis edildiğinde, eski doğu bloğu ülkeleri, 90’larda yaşadıkları ekonomik çöküş nedeniyle salımlarının neredeyse yarısını zaten kaybetmiş vaziyetteydiler. Tüm Ek B ülkelerini, ekonomisi geçiş halinde olanlar ve diğerleri diye ayrıştırdığımızda, ikinci gruba giren ülkelerin salımlarını aslında ortalama yüzde 10 civarında artırdığı görülebilir.[14]
Kyoto’nun Araçları ve Serbest Piyasa Tartışması
Peki, bu ülkeler hem “en az yüzde beş indireceğiz” deyip hem de nasıl yüzde 10 artırabildiler? Bunu anlayabilmek için, çok büyük bir ihtimalle Kopenhag 2009 ve sonrasında da yürürlükte olacak Kyoto “enstrümanlarını” tanımamız gerekiyor. Aslına bakılırsa üzerinde çokça konuşulan, kritikleri tarafından yerden yere vurulan Kyoto araçları, sadece Kyoto’ya özgü mali araçlar değil, kirliliğin kontrolünü hedefleyen ekonomik regülasyon yöntemlerinin bir alt kümesidir.
Yanıltıcı bir ifadeyle “salım ticareti” olarak adlandırılan yöntem bunlardan ilki (diğer ikisi, “temiz kalkınma mekanizması” ve “birlikte uygulama”). Sınırla-al-sat prensibiyle çalışan bu sistemlerde ticareti yapılan emtia, aslında kirliliğin kendisi değil, kirliliği yaratma iznidir. Meseleye çevre hakkı temelinde yaklaştığımızda bu sistemler başlıca iki nedenle eleştirilir. Birincisi, “kirleten öder” ilkesi yerine “kirletme hakkı” ilkesinin ikame edilmesiyle birlikte, gücü ve parası olanın bu hakkı satın alabileceği bir düzen kurulacağı gerekçesiyle. Yani, gücü ve parası olanı, yarattığı pisliğin maliyetini ödemekten ziyade, daha fazla pislik yaratma hakkı satın almaya teşvik eden bir sistem olduğu için. İkinci olarak da, (kapitalist) pazarlara merkezi rol atfederek doğayı metalaştırdığı –moral açıdan kabul edilemeyeceği– için.[15]
Oysa, hak temelli bir iklim (ve genel anlamda çevre ve ekoloji) anlaşması açısından mesele edilmesi gereken, kirletmenin kendisinin bir hak olarak tanınmasından ziyade, bu hakkın neye istinaden verildiği olmalıdır. Örneğin, babamın petrol rafinerileri olduğu için ben istediğim kadar kirletebilirken, diğerinin buna hakkı yok ise, böyle bir sistem tabii ki hakkaniyetli işleyemez ve reddedilmesi gerekir. Kirleten /kirletilen ayrımının açık olduğu koşullarda (örneğin bir fabrika, bir topluluğun yeraltı sularını kirletip tüketiyor ise) “kirleten öder” yaklaşımının egemenliğini savunmak gerekir. Fakat ortak atmosferimiz söz konusu olduğunda, bu atmosferi kullanıp kirletenler, tüm ülkeler ve onların vatandaşları olduğuna göre (devletlerarası ve devletler içi tüm eşitsizlikler saklı kalmak kaydıyla), konuya “kirletme hakkı” temelinde yaklaşmak meşrudur, fakat bir şartla: Ortak mülkümüz atmosfer üzerindeki hakkımızın, ortak insanlığımızdan kaynaklanan bir hak olarak hakkaniyetle paylaşılması koşuluyla. Geçmiş büyük kirleticilere, güç ve iktidar sahiplerine peşkeş çekilmesi halinde değil.[16] Tahsis edilen hakkın ticareti ise, indirim yapmakta zorlananlar açısından maliyetleri düşüreceği, indirim yapanlar için ise gelir sağlayacağı gerekçesiyle önerilmektedir. O halde prensip olarak, (1) hakların nasıl tahsis edildiğine (2) hakkın ücret karşılığı devrinin kimler tarafından nasıl yönetildiğine bakmak, ilkesel bir karşı çıkışa göre daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
O halde, Kyoto’nun adı kötüye çıkmış “salım ticareti”ne karşı kökten reddiyeci bir tutum takınmaktan ziyade, 2005’te açılan AB karbon piyasalarının nasıl işletildiğini anlamak daha önemlidir. Maalesef, AB karbon piyasaları, piyasa karşıtlarının itirazlarını haklı çıkaracak biçimde, rezil bir şekilde işletilmiştir. Öncelikle, salım izinlerinin dağıtımında hakkaniyet gözetilmemiş, en çok kirletene en yüksek kirletme hakkı tahsis eden bir düzenleme yapılmıştır. Bu izinler o kadar cömertçe dağıtılmıştır ki, Mayıs 2006 tarihli bir İngiliz hükümet raporunda, elektrik şirketlerinin indirim için hiçbir çaba göstermeden muazzam kârlar elde ettiği ortaya çıkarılmıştır.[17] 2007 yılında aşırı arz nedeniyle izin fiyatları dibe vurmuş, karbon salım izinleri ticari değerini yitirmiştir. İzinlerin bol keseden tahsis edilmesi, dünya yurttaşlarının atmosfer üzerindeki haklarının şirketlere bol keseden peşkeş çekilmesi (diğer bir ifadeyle ortak atmosfer mülkün “çevrilmesi”[18]) anlamına gelmekte, salımların anlaşma taahhütlerine karşın artmasına izin vermektedir.
Kyoto’nun diğer mali araçları, temiz kalkınma mekanizması ve birlikte uygulama ise, anlaşmanın kendisi evrensel bir kapsama sahip olmadığı için daha işin başında sınıfta kalmıştır. Şöyle ki, bu iki mekanizma devlet ve şirketlere, karbon tasarruf eden temiz projelere yatırım yapmaları durumunda emisyon taahhütlerinden, sağladıkları tasarruf oranında muafiyet sağlamaktadır. Fakat, Kyoto Ek B kapsamı dışında kalan, hiçbir salım taahhüdü vermeyen gelişmiş ülkelere yapılan “temiz” yatırımlar (çoğu zaman kojenerasyon santralleri gibi kısmi tasarruf sağlayan enerji teknolojileri) küresel planda toplam salımları hesapsızca artırırken, üstüne üstlük yatırım yapan devlet şirketlere de muafiyet sağlamıştır.
Bu nedenlerden dolayı, “ekonomisi geçiş halinde olmayan” Kyoto B ülkeleri, 1990 yılı temel alındığında salımlarını yaklaşık yüzde 10 artırmış vaziyetteler ve tüm dünya üzerinde sera gazı salımları ekonomik resesyon gibi şimdilik gelip geçer nedenler dışında (2009’da yüzde 3 azalacağı tahmin ediliyor) hız kesmeden artmaya devam ediyor. Geldiğimiz noktada dünyanın, UNFCCC şemsiyesi altında olması ve yaptırımlar içermesi anlamında Kyoto’nun devamı niteliğinde, iklim biliminin öngörülerini ciddiye alan, evrensel kapsama sahip, hak temelli, şeffaf ve adil bir şekilde yönetilen bir iklim anlaşmasına ihtiyaç duyduğu ortada. Türkiye’nin de böylesi bir çerçeve içerisinde kendisine düşen görevleri yerine getirmesi gerekiyor. Fakat Kopenhag arifesinde böylesi bir anlaşmanın oldukça uzağındayız.
Kopenhag ve Sonrası
Kopenhag Konferansı, anlaşma umuduna dair olumsuz öngörüleri haklı çıkarmakla kalmadı, pek çok bakımdan UNFCCC şemsiyesinin delinmesi anlamına gelebilecek gelişmelere de sahne oldu. Kopenhag öncesinde, 2007 taraflar toplantısında kabul edilen Bali Eylem planı kalkınmakta olan ülkelerin de eylemin bir parçası olmasını, iklim değişiminin neden olacağı doğal şartlara karşı uyum problemlerinin de ele alınmasını, hem salım indirimi hem de uyum konusunda kalkınmakta olan ülkelere yardım sağlanmasını öngörüyordu.
Bu haklı ve olumlu öngörülerin Kopenhag öncesinde ölçülebilir terimlere tercüme edilebilmesi için yeryüzünün üç büyük kirleticisi ve aynı zamanda üç büyük politik gücü olan ABD, AB ve Çin’in pozisyonları önem taşıyordu. Obama 2008’de göreve başladığı günlerde ulusal salımları 2020 itibariyle 1990 seviyesine çekmekten söz ediyordu. AB komisyonu uluslararası toplumun katılımı halinde 1990 seviyesinin yüzde 30 altına çekeceğini beyan ediyordu. Çin salım yoğunluğunu (toplam salımlarını değil, gayrı safi yurtiçi hasılaya göre salımlarını) önemli oranda azaltabileceğini söylüyordu (daha sonra Kopenhag’da 2005’ göre yüzde 40 yoğunluk indiriminden söz etti). Bali eylem planında öngörülen mali yardım çerçevesinin boyutları ve nasıl yönetileceği belirsizdi. Bu ülkeler, ortak ilan ettikleri hedefler doğrultusunda yeryüzü topluluğunun tümünü birden peşlerinden sürükleyecek politik güce sahiptir. Kyoto’nun devamı niteliğinde, ortaya koyduğu hedefler açısından yine yetersiz ama Kyoto’nun ilerisinde bir anlaşmayla yola devam edilebilirlerdi.
Fakat Bali toplantısı ve sonrası başka gelişmelere de sahne oldu. Bush yönetimindeki ABD, UNFCCC şemsiyesi altında, küresel hesap verebilirliğe sahip bir anlaşmanın altını oyacak şekilde, kendi inisiyatifi doğrultusunda ve tamamen gönüllülük esasına dayalı bir örgütlenmeye yöneldi. Kopenhag’a gelinirken bu eğilim, Obama yönetimi ve Çin’in başını çektiği yeni büyük kirleticiler (Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan) tarafından da paylaşıldı. BM ve UNFCCC hukukuna saygılı, küresel bir anlaşmaya varmak hususunda yaşanan isteksizlik Kopenhag’da sonuçları bugün tam olarak kestirilemeyen bir çözümsüzlüğü yarattı.
Bugün küresel muhalefet, acaba hedefleri itibariyle zayıf ve sınırla-al-sat gibi serbest pazar mekanizmalarını temel alan bir anlaşmaya varılmış olmasındansa, çözümsüzlük daha iyi değil mi diye tartışıyor. Oysa bilimin öngörülerine derin bir ciddiyetle yaklaşan, küresel iklim muhalefetinin 350 ppm gibi taleplerini karşılayacak bir anlaşma ümidi zaten yoktu. Kopenhag nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, küresel ve ulusal boyutlarda tesis edilen indirim ve uyum hedeflerini, bu hedeflere ulaşmak için uygulanan vergi, sınırla-al-sat, mali yardım vb. araçları zorlayacak bir muhalefetin varlığına ihtiyaç her zaman vardı. Şimdi, acaba BM şemsiyesi altında, belirli yaptırımların uygulanmakta olduğu bir dünyada mı yoksa Kopenhag’da alarm zilleri çalan, yirmi yıllık UNFCCC çabalarının çöpe atıldığı, herkesin bildiğini okuduğu bir dünyada mı bu mücadele daha kolay olacaktır? Uluslararası diplomasi ve temsili demokrasi konusunda aşırı beklentilere kapılmayan aklı başında bir muhalefetin, birincisini tercih etmesi beklenir.
NOTLAR
1 UNFCCC için bkz. http://unfccc.int/essential_background/convention/background/items/2853.php.
2 UNFCCC, FCCC/SBI/2008/12, s. 7, ve UNFCCC, FCCC/SBI/2005/18. http://unfccc.int/resource/docs/2008/sbi/eng/12.pdf ve http://unfccc.int/resource/docs/2005/sbi/eng/18a02.pdf adreslerinden ulaşılabilir. Bu değerler Hükümetler Arası İklim Jürisi’nin (IPCC) son değerlendirme raporundaki değerlerden farklılık göstermektedir, bkz. Climate Change 2007: Synthesis Report, s. 36., www.ipcc.ch adresinden ulaşılabilir. Bu fark IPCC ile UNFCCC arasındaki yöntemsel farklılıklardan kaynaklanmaktadır ve bu mesele bu yazıdaki tartışma açısından büyük bir önem taşımamaktadır.
3 Bu orana şu hesapla ulaşmak mümkün: 12 milyar ton yüzde 5 azalırken, geriye kalan 18 milyar ton yirmi yıl boyunca yer yıl yüzde 2 oranında artmaya devam etsin, yani yaklaşık bir buçuk misline yükselsin. 12x0.95+18x1.5=38.4. 1990-2012 yılların arasında, Kyoto’ya rağmen büyüyen salımların 30 milyar tondan 38.4 milyar tona yükselmesi, yaklaşık yüzde 25 artması şeklinde yorumlanabilir.
4 Bu değerler için IPCC’nin 2002 yılında yayınlanan 3. Değerlendirme Raporu verilerine bakılabilir, bkz. www.ipcc.ch. Bu arada Tom Athansiou ve Paul Baer ‘in Ölümcül Sıcak (BGST Yayınları, 2006) kitabı da bu verileri özetlemektedir.
5 Tom Athansiou ve Paul Baer, Ölümcül Sıcak (BGST Yayınları, 2006), s. 49.
6 Mana Lua (Hawaii) gözlem evi verileri için, bkz. Carbon Dioxide Information Analysis Center, http://cdiac.ornl.gov/ftp/ndp001/maunaloa.co2. Endüstri öncesi dönem için kabul edilen değer 290 ppm civarındadır. 580 ppm, iki misli eşik seviyesi olarak kabul edilir ve buna karşılık gelen sıcaklık artışının en muhtemel değeri 3oC’dir. Bu bir felaket senaryosu olmakla birlikte, böyle gelmiş böyle gider senaryolar ile kolaylıkla aşabileceğimiz bir eşiktir.
7 Karbon dioksit, insan kaynaklı iklim değişimi söz konusu olduğunda, en temel olarak dikkate alınması gereken sera gazı. Çünkü, toplam salımların yaklaşık yüzde 80’ini teşkil ediyor ve atmosfer kalış süresi diğer gazlara göre çok daha uzun. Karbon dioksit gazının bu özelliği nedeniyle, daha yüksek ppm değerleri, denge konsantrasyon hedeflerine ulaşmak için daha iddialı indirim hedeflerini gerektiriyor. İklim probleminin bu hayati özelliğini başka bir yazıda ele almıştım. Bkz http://alisayselekoloji.blogspot.com/2007/02/kuresel-iklim-icin-kuresel-eylem-neden.html veya www.bgst.org/keab/20070214.asp.
8 IPCC, Climate Change 2007: The Physical Science Basis, Thecnical Summary, s. 77.
9 Hansen, J. v.d. 2008. Target Atmospheric CO2: Where Should Humanity Aim, Open Atmospheric Science Journal, V(2), s. 217-231. Hansen ve ekibinin mesajı şöyle: Eğer insanlık, üzerinde medeniyetin geliştiği ve yeryüzündeki yaşamın uyum gösterdiği gezegene benzer bir gezegeni muhafaza etmek istiyor ise, paleoiklim verileri ve süregiden iklim değişimi CO2’nin mevcut 385 ppm seviyesinden 350 ppm’e ve muhtemelen daha da düşük bir seviyeye geri çekilmesi gerektiğine işaret etmektedir... 350 ppm CO2 hedefi, karbon tutmadığımız tüm kömür kullanımına son vererek ve karbon tutan tarım ve ormanlaştırma pratiklerine başvurularak yakalanabilir.
10 Hansen, J. v.d. 2008, s. 13-14.
11 350 ppm aynı zamanda, Kopenhag müzakereleri üzerinde baskı tesis etmeye çalışan küresel muhalefetin temel aldığı bir hedefti. Bkz. http://www.350.org/.
12 UNFCCC, FCCC/SBI/2008/12, s. 9.
13 Bkz rakamlar, IPCC, The AR4, Synthesis Report, s. 36.
14 UNFCCC, FCCC/SBI/2008/12, s. 8. Bu rakamlar UNFCCC Ek 1 ülkeleri için verilmiştir. Kyoto söz konusu olduğunda Ek B ülkelerine bakmak daha gerçekçi olacaktır. Ek 1 ülkeleri içinde sadece Türkiye Ek B’de yer almamaktadır ve Ek B ülkeleri içinde ABD Kyoto’yu onaylamamıştır. Avustralya ise çok yakınlarda onaylamıştır. Dolayısıyla, Kyoto’nun Ek B ülkeleri içerisinde anlaşmayı onaylayanların başarısını anlamak açısından bu grafikte ABD, Avustralya ve Türkiye’nin artışlarını düşmek gerekir.
15 Bu eleştirinin pek çok örneğine rastlamak mümkün. Örneğin Via Campesina basın bildirisi, bkz. http://www.ekolojistler.org/la-via-campesina-daha-soguk-bir-dunya-icin-cagrida-bulunuyor.html, Nilgün Ercan, İklim Değişikliğine Piyasa Çözüm mü? Cumhuriyet Enerji, 26 Ağustos 2008, bkz. http://www.ekolojistler.org/iklim-degisikligine-piyasa-cozum-mu-nilgun-ercan.html; Fevzi Özlüer ile röportaj, Kyoto Havayı Metalaştırmanın Bir Aracıdır, Yarınlar Dergisi, 6 Mart 2007, bkz. http://www.ekolojistler.org/kyoto-protokolu-havayi-metalastirmanin-aracidir-fevzi-ozluer-ile-ropo.html.
16 Örneğin kişi başına eşit salım hakkını temel alarak hakkaniyet gözeten çeşitli öneriler de kirletme hakkını esas almaktadır. Ticaretli ve ticaretsiz çeşitli versiyonları için bkz. Anil Agarwal, Sunita Narain ve Anju Sharma, Global Environmental Negotiaitons I, 1999, Center for Science and Development, Yeni Delhi; Aubrey Meyer, Contraction and Convergence Framework, Global Commons Institute, bkz. www.gci.org.uk; Tom Athanasiou and Paul Baer, The Right to Development in a Climate Constrained World, bkz. http://www.ecoequity.org/.
17 Aktaran, George Monbiot, 2007. Heat. South End Press, s. 46.
18 Ortak mülklerin “çevrilmesi”, toplulukların ortak kullanım hakkına sahip oldukları doğal kaynakların, başkalarının kullanım hakkını dışlayacak şekilde mülkleştirilmesi anlamına gelmektedir. “Çevirme” pratiğinin tarihsel bir özeti ve güncel politik bir değerlendirmesi için bkz. Yeryüzü Demokrasisi, Vandana Shiva, Yeryüzü Demokrasisi, BGST Yayınları, 2009.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder