Son on gündür
yakın tarihimizin en büyük halk hereketini ve ilk yaygın sivil itaatsizlik
eylemini yaşıyoruz. Yaşanan hareketlenmenin kitlesel boyutu ve barındırdığı
çeşitlilik, muhalif siyasal yapıların ve öznelerin ufkununun çok ötesine taştı.
28 Mayıs günü bir avuç insan tarafından başlatılan Gezi Parkı direnişi ülke
çapında, milyonları etkileyen yaygın bir politik uyanışa yol açtı.
Sosyal medyanın
aktif ve yaratıcı kullanımı, taraftar grupları ve üniversite öğrencilerinin
sokakta polis kuvvetine karşı gösterdikleri direnç, dış dünyayla hızlı yazı, görsel
ve video paylaşımıyla kurulan ilişkiler, sokak grafitilerinde yanyana duran farklı
muhalif diller, en önemlisi Gezi Parkı işgalini merkez alan kültür-sanat-siyaset
denemeleri, tanık olduğumuz hareketin ayırd edici özellikleri. Olup biteni bu
yönüyle, dumura uğramış toplumsal zekanın uyanışı veya bir toplumun çocukluktan ergenliğe geçişi şeklinde de yorumlayabiliriz.
Ve bunun yanında tabii, bildik polis şiddeti, bugün itibariyle kesinleşmiş bulunan iki can kaybı, yüzü ağır bin kadar yaralı.
Ve bunun yanında tabii, bildik polis şiddeti, bugün itibariyle kesinleşmiş bulunan iki can kaybı, yüzü ağır bin kadar yaralı.
Medyanın ilk
günlerde sıkı bir monoblok halinde görmeyi reddettiği direniş, Pazartesi
gününden itibaren yerini, hükümet ve bazı medya kuruluşları tarafından içerilme
çabasına bıraktı. Bugün itibariyle anaakım medyanın Gezi hareketine yaklaşımını
iki blokta toplayabiliriz: Birinci blokta başbakana doğrudan bağlı olmayan
fakat çeşitli ihaleler ve yaptırımlarla esir alınan, eski adlandırmayla “kartel
medyası” yer alıyor. (Benim son günlerde dikkat verdiklerim CNNTürk ve NTV). Bu
grup son günlerde Gezi parkı işgaline dönük sempatik yaklaşımlarıyla öne
çıkmaya başladı ve hareketin kültürel özelliklerini ve kültürel taleplerini ön
plana çıkartıyor. Bu yayın kuruluşlarının temel vurgu noktası, hareketin kendiliğindenliği,
yaşam tarzları konusundaki hassasiyeti, özgürlükçü ve darbelere karşı oluşu vb.
ciddi gerçeklik payı içeren doğrular. İkinci blok ise başbakanın tetikçisi
pozisyonundaki medya ulemasından kurulu. (Benim son günlerde dikkat ettiklerim
Kanal 24, ATV, Sabah ve Star gazeteleri). Bu grup, olup bitenleri büyük ölçüde
darbe öncesi bir kitle mobilizasyonu olarak aktarma çabasında. Bu anlayışa göre
zaten sokakta hak aramak gibi bir siyasi yöntem olamayacağına göre, uslu uslu
oy kullanmak dışında atılacak her türlü politik adım seçilmiş iktidara karşı
bir darbe girişimine işaret etmektedir.
Birinci grup
hareketin kültürel taleplerini ve özgürlükçü kimliğini ön plana çıkarıyor (ki
bu Bilgi üniversitesi tarafından yapılan bir kamuoyu araştırmasıyla da ciddi
ölçüde doğrulandı). Buna göre hükümet Taksim gezi parkının korunacağına dair
söz verir, polis şiddetinin bazı sorumlularını cezalandırır, insanların özel
yaşamına değen toplum mühendisliğinden vazgeçeceği sinyallerini verirse işler
tatlıya bağlanabilir. Erdoğan bunu yapabilecek esneklikte olmasa bile Gül ve
Arınç gibi isimlerin işi bu şekilde tatlıya bağlamak isteyecekleri tahmin
edilebilir. İkinci grup ise olup biteni tamamen bir komplo olarak gördüğü, bu
yönde sahte ve zorlama delil oluşturmak üzere akıllara ziyan işlerle uğraştığı
için sokaktaki fiili durumun nasıl çözüleceğine dair bir reçetesi de yok.
Hükümet’in hangi
algıdan hareketle politika üreteciğini pek yakında göreceğiz. Birincisi tercih
edildiğinde sokaktaki hareket bir karar vermek durumunda kalacak ki, muhalif siyasal
yapıların son derece hazırlıksız yakalandığı şu koşullarda böylesi bu kararın
şekillenmesi için harcanan emek ve çaba derin bir demokrasinin inşasına vesile
olabilir. Derin demokrasi ve halka değen yapılar inşa edilebildiği ölçüde işgal
hareketinin kazanımları geleceğe taşınır. Hükümet’in ikinci algıdan hareketle miyadını
doldurmuş “ergenekon” ve “darbe” kozuna sığınması halindeyse, bir tutuklama, hareketin
sokaktaki faillerinden hesap sorma dalgası gelebilir. Çatışmalar devam eder, meselenin
nasıl acıya veya tatlıya bağlanacağı sorusu havada kalır. Türkiye açısından
ikinci yolun çok riskli olduğu görülecek ve birincisinde ısrar edilecektir ve
bu da Erdoğan için elbette onarılmaz bir prestij kaybıdır.
Dün yaşanan
gelişmelere bakarak hükümetle müzakere sürecinin başladığını söyleyebiliriz. Gezi
direnişinin arkaplanını iki yıla yayılan uzun soluklu bir çalışmayla hazırlamış
olan Taksim Dayanışması, Bülent Arınç’a taleplerini sundu. Tabii, bunlar direnişin
değil, Taksim Dayanışması’nın talepleri. Diğer taraftan, daha kapsayıcı bir
koordinasyonun yokluğunda bunları direnişin talepleri şeklinde okumak mümkün:
Gezi parkının park olarak kalması; eylemler süresince orantısız güç uygulanması
yönünde talimat veren kamu görevlilerinin görevden alınması; gaz bombası vb.
materyallerin kullanımının yasaklanması; eylemlerde tutuklanan vatandaşların
serbest bırakılması; Taksim ve Ankara Kızılay meydanı gibi kamu alanlarını
üzerindeki fiili engellemelerin kaldırılması somut taleplerdir. Bunlar halen
Gezi parkındaki ve Türkiye’nin sokaklarındaki fiili duruma bir son vermek için
yerine getirilmesi gereken makul, minimum şartlar olarak benimsenmelidir.
Diğer taraftan,
Erdoğan’a bağlı medyada bilerek çarpıtılan ve aslında Taksim Dayanışması’nın talebi
değil, uyarısı olduğu halde kasıtlı bir şekilde çarpıtılıp talebiymiş gibi
sunulan, üzerine bir de alay konusu yapılan “mega” projeler konusuna değinmek
istiyorum. Taksim Dayanışması’nın sözcüleri Türkiye’nin son on yıldır içinde
girdiği neo-liberal talan ekonomisinin en çarpıcı projeleri olan 3. Köprü, 3.
Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ ve HES’lere özellikle değindiler. Bu projelerin
tümünün birden özelliği, sosyal bir devletin varlığında aslında bir kamu mülkü,
veya daha doğru bir adlandırmayla “müşterek” veya “ortak” kabul edilmesi
gereken doğal varlıkların, neo-liberal düzende devlet eliyle “özel mülk”
halinde dönüştürülmesi. Diğer bir deyişle, çeşitli nedenlerle, örneğin bir
yerel topluluğa rızk sağladığı için, veya biyoçeşitlilik barındırdığı için, su
temini gibi ekosistem hizmetlerini yerine getirdiği için, sırf doğal güzellik
olduğu için “müşterek” olarak devlet tarafından korunması gereken doğal
varlıkların sermayeye peşkeş çekilmesi. Üstelik tüm bu projelerin kendilerine
benzer daha fazla ve daha büyük projeleri çağıran, zamana yayılan etkileri var
ki, buna bir ülkenin geleceğini satmak da diyebiliriz.
Bu türden
yatırımların AKP’nin kurduğu makro-ekonomik dengeler açısından yaşamsal önemi, 2023
vizyonu açısından vazgeçilmezliği giderek daha iyi anlaşılıyor. Düşük katma
değer üreten ama uluslararası piyasalara entegre, ihracata dayalı Türkiye
ekonomisi sistematik olarak cari açık üretiyor. Bu açığın krize dönüştüğü
noktada bir çare elektrik ihracatı veya fosil yakıt ithalatından tasarruf
olacak. Başbakan’a hayranlığını hiçbir zaman gizlemeyen Yiğit Bulut’un
ifadesiyle: “HES’leri yapmayalım da her yıl 60 milyar dolar cari açık mı
verelim?” Benim Türkçemle: “İhracata dayalı ekonomimiz doğru düzgün birşeyler
üretemediği için çuvallıyor. O halde doğal varlıklarımızı satalım ki cari açık
vermeyelim”. Yine Yiğit Bulut’un ifadesiyle: “3. Köprü Türkiye’nin ekonomik
olarak genleşmesini istemeyen batılı güçler tarfından engellenmeye çalışılıyor.”
Benim Türkçemle: “Doğal varlıkları özel sermayeye peşkeş çeken büyük
yatırımlar, büyük ihaleler yapalım ki bütçe açığını kontrol edebilelim, zira
özelleştirmelerde malın mülkün dibine vurmuş vaziyettetiz.”
Türkiye ekonomisi
gerek cari açığın gerekse kamu bütçesinin yönetimi açısından doğal varlıkları
talan eden mega proje ekonomisine kitlenmiş vaziyette. Çünkü sanayi üretimin
yapısı sistematik olarak cari açık üretiyor, özelleştirmelerde sona gelindi,
sıcak para girişi kesat ve üstelik Türkiye’nin büyük pazarı Avrupa’da kriz
yaşanıyor. Mega projelerin engellenmesi, Türkiye ekonomisinin inovatif, doğayla
barışık bir yörüngeye kavuşturulması yaşam-çevre-ülke savunucuları açısından
büyük önem taşıyor. Bir avuç meslek örgütü, aydın, aktivist konunun önemini
anlatmakta bugüne kadar başarılı olamadık. Gezi direnişi sonrası uyanış umarım
sesisimizin berraklaşmasına, gürleşmesine ve başarıya ulaşmasına vesile olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder