Tayyip Erdoğan önceki gün Avrupa Birliği bakanlığının düzenlediği
toplantıda çevrecilere seslenerek “gelin başbakanınızla ortaklık yapın” dedi.
Gerek Tayyip Erdoğan’ın gerekse Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun çeşitli
vesilelerle kendilerini gerçek birer çevreci olarak takdim ettiklerini
biliyoruz. Zira Veysel Eroğlu çevre mühendisi bir akademisyen, Erdoğan ise Doğu
Karadeniz’de devam eden HES direnişlerine cevaben yaptığı bir konuşmadaki
tarihe geçen sözüyle “çevrecinin daniskası”. Bu insanlar çevreciliklerini
temellendirirken başvurdukları argüman diktikleri ağaç sayısı. Öyle ki,
başbakanın Taksim direnişine cevaben yaptığı konuşmalarda hükümetin diktiği
iddia edilen ağaçların sayısı milyarları geçti.
Keza başbakan sıklıkla belediye başkanlığı dönemindeki
yeşillendirme çalışmalarına, yine 90’lı yıllarda özellikle Koç, Sabancı ve
Yeditepe üniversitelerinin inşasında yaşanan orman kıyımlarına değiniyor.
Konuşmalarda özellikle Koç ve Yeditepe’yi geçmiş orman kıyımlarına emsal göstermesinin anlaşılır ve haklı nedenleri var. Zira bu kıyımların tümü geçmişte icra
gücüne yaslanıp hukuku hiçe sayarak yapılmıştı. İstanbul Boğaz ön görünüm
alanında en büyük yapılaşma Bedrettin Dalan döneminde yaşanmıştı. Tayyip
Erdoğan dönemi belediyecilik hizmetleri bakımından kendinden önceki dönemlere
kıyasla pekçok yönden daha başarılıydı.
Elbette, Erdoğan’ın çevrecileri yanına çağırırken ayan beyan
ortada olan tutarsızlıklarına işaret edip konuyu kapatabiliriz: “Sui misal
misal olmaz” diyebiliriz. Koç ve Yeditepe’yi hedef tahtasına koyarken,
kendiliğinden bir halk hareketi olduğu su götürmez olan direnişin üzerinden
hesap görmeye çalışabilecek sermaye gruplarına mesaj verdiğini söyleyebiliriz. O
bahsettiği ormanlar kesilirken bugün direnişin öncüsü olanların kundakta bebek
olduğunu hatırlatabiliriz. Ayrıca, çevrecilerle diğerlerini ayrıştırmanın iyi
direnişçilerle kötü direnişçileri, “halisane” duygularla hareket edenlerle bir “komplonun”
peşinde olanları ayırmak gibi kasıtlı fakat sanal bir kurgu barındırdığını
söyleyebiliriz.
Yine de bunlarla yetinmeyip, Erdoğan’ın kendisini çevreci ilan
ederken ve çevrecileri yanına çağırırken ıskaladığı meseleleri biraz
kurcalamakta yarar var.
Öncelikle, ağaç dikmekle çevreci olunmuyor. İnsanlar doğayı pekçok
nedenle korumak isterler. Doğanın varlıklarını kullanıyor, ondan rızk sağlıyor
olabilirler; o varlıkları hiç kullanmasalar, gidip görmeseler bile sırf güzel
olduğu için, varlığı manevi huzur verdiği için korumak isteyebilirler; veya o
varlıklardan bugün nasıl yararlanacaklarını bilmeseler bile gelecekte daha
makul bir şekilde yararlanma hakkını gelecek kuşaklara tanımak için korumak
isteyebilirler. “Ağaç dikme” çevreciliği, çevre korumanın yalnızca birinci
boyutunu dikkate almaktadır. Gözümle gördüğüm, tomruğundan kereste ürettiğim,
erozyonla mücadele için diktiğim, altında uyuduğum ağaç ağaçtır; görmediğim
yeşil vadiler, asırlık ormanlar, biyolojik çeşitlilik, akan sular vs. bunların
ne bugün için manevi bir önemi ne de gelecek kuşaklar için muhtemel bir kullanım
değeri vardır.
Ağaç dikme çevreciliği üzerine ikinci bir husus da,
agro-ormancılık gibi endüstriyel biçimler alan ağaç dikme faaliyetlerinin
endemik, yerleşik bir orman sisteminin yerine getirdiği eko-sistem işlevlerini
sağlayamamasıdır. Örneğin, ormanların doğanın akciğeri olduğu söylenir. Çünkü
olgun ve zengin ormanlar bol miktarda karbon dioksit tutup karşılığında oksijen
üretirler. Agro-ormancılık gibi endüstriyel biçimler alan ağaçlandırma
çalışmalarının karbon bütçesi çoğu zaman negatiftir. Yani, o ağaçların doğadan
özümsediği karbon dioksitten daha fazlası o ağaçların üretimi ve bakımı
esnasında doğaya salınır. Tüm bunlar özellikle iklim değişimiyle mücadele gibi
bir derdiniz varsa önemlidir. Ayrıca, endemik, yerleşik ormanlar çoğu zaman
önemli bir biyolojik rezervken, endüstriyel ormanlar çeşitlilik içermeyen
monokültürler halinde şekillenir. Bu gibi nedenlerle bir orman, ağaçların
toplamından fazla bir şeydir, ormanlar ağaç dikilerek telafi edilememektedir.
Dolayısıyla, birileri çevreciliğin has pratiği olarak ağaçlandırmaya
dikkat çektiğinde ona şüpheyle yaklaşmak gerekir.
İkinci olarak, Erdoğan’ın çevrecileri yanına çağırırken ağaç
sever, ağaçlandırma çalışmalarını taktir eden kurgusal bir gruba seslendiği
anlaşılıyor. Oysa modern dünyada çevreciliğin ve çevre hareketlerinin boyutları
bu indirgemeci, ehlileştirilmiş tasarımı aşalı on yıllar oldu. Taksim direnişi
çevreci öncüllere sahip bir direniş olarak başladı ve öyle devam ediyor. Bugün yeryüzünde
sadece çevre hareketleri değil, sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel ayrımcılığa
karşı mücadele yürüten hareketlerin pekçoğu aynı zamanda çevreci öncüllere
sahip çıkıyor.
Kentlerde mutenalaştırma çalışmaları nedeniyle yerlerinden
edilenlerin, endüstriyel kirliğe esir düşmüş getto sakinlerinin, insan
sağlığını tehdit eder koşullarda çalışanların çevresel adalet hareketleri; doğa
ve yaşam alanları sözüm ona kalkınma projeleriyle tehdit edilenlerin kırsaldaki
mücadeleleri; çiftçilerin topraklarını, su ve gen kaynaklarını savunmak üzere
yürüttüğü köylü mücadeleleri; doğayla uyumlu bir yaşam üzerine inşa edilmeye
çalışılan yerel-bölgesel öz-yönetim pratikleri. Bu hareketlerin tümü birden,
doğal varlıkların savunulması bir ihtiyaç haline geldiği için çevreci
öncüllerden hareket ediyorlar.
Çevreci öncüllerin çok çeşitli muhalif hareketlere sirayet
etmesinin anlaşılır bir nedeni var: Şimdi, bundan on yıl öncesinden farklı
olarak, tahripkâr ekonomik büyümenin doğanın sınırlarını zorladığı, doğal
varlıkları tüketip bitirdiği ve onarılmaz şekilde kirlettiği bir çağda
yaşıyoruz. Son kalan ormanlar, dereler, göller, kıyılar, parklar, mahalleler...
Bunlar artık göz bebeğimiz.
Sanırım bu söylediklerim Taksim’deki o üç beş ağacın sembolik
önemini de biraz açıklıyordur. İşte bu yüzden, o son ağacı kesmeye hiç kalkışmayacaktınız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder