Mersin’de el
konulan 25.000 ton pirinç... savcılığın ithalatçı firma sahibi ve yöneticileri
aleyhine, 5 ila 12 yıl hapis cezası talebiyle hazırladığı iddianame... yeterli
delil oluşturabilmek için o laboratuvardan bu laboratuvara gönderilen pirinç
numuneleri... İstanbul Teknik Üniversitesi’nde görevden alınan akademisyen...
yanlışlanan analiz raporu... en nihayetinde İTÜ’ye vakadan tümüyle el çektiren
bir süreç. Peki, gerçekte ne oldu? Yaşananların üretici-tüketicinin gıda
egemenliği ve halk sağlığı açısından önemi ne? Bilimsel özgürlük, akademik
özerklik, bağımsız araştırma neden önemli?
Gerçekte nelerin
yaşandığını eksiksiz açıklayabilecek durumda olmasak da, kamuoyuna yansıyan gelişmeleri
inceleyerek gerçeğe yakın bir sonuca ve anlamlı değerlendirmelere ulaşabiliriz.
Bunun için konuyu baştan alalım.
Rivayete göre bir
“rakip” firmanın ihbarıyla analize gönderilen, STA özel gıda analiz
laboratuvarının “GDO var” bulgusuna rastladığı, piyasa değeri 150 milyon TL
değerindeki 23.000 ton ithal pirince Kasım 2012 tarihinde Mersin limanında el
kondu. Konu medyaya bundan aylar sonra 4 Nisan tarihinde, Mersin savcılığının
ithalatçı üç firma, Göze Tarım Ürünleri, TAT Bakliyat ve Tiryaki Argo’nun
sahibi ve yöneticileri hakkında açtığı soruşturmayla yansıdı. Pirinç, Mersin
limanına ABD üzerinden gelmişti. Firma yöneticileri savcılığa ve kamuoyuna
verdikleri savunmada princin GDO’lu olmadığını fakat taşınması esnasında GDO’lu
başka bir ürün (soya küspesi) tarafından kirletilmiş olabileceğini söylediler.
STA’nın raporuna itirazları neticesinde, Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı’nın laboratuvarlarında ikinci, TÜBİTAK laboratuvarlarında ise üçüncü
bir test daha yapıldı. Bakanlık analizi “GDO-negatif”, TUBİTAK analizi ise “GDO-pozitif”
sonucunu verdi. Daha sonra bakanlık laboratuvarında yapılan diğer bir analiz de
“pozitif” sonucu üretti. Derken çeşitli laboratuvarlardan sayıları ona varan
GDO-pozitif sonucu elde edildi.
Yapılan bu
analizlerin genel niteliği hakkında şunu söylemeliyiz: Pekçok gıda analiz
laboratuvarı tarafından kolaylıkla yapılabilen “35-S, NOS” testleriyle numunede
gen transferi teknolojisi kullanılarak iliştirilmiş birşey olup olmadığı
anlaşılabiliyor. Sözkonusu numune üzerine yapılan bu testlerin neredeyse tamamının
pozitif sonuç ürettiği görülüyor. Fakat bu bulgu firma yöneticilerinin
“bulaşıklık” iddiasını yanlışlayabilecek veri içermiyor. Çünkü saptanan
iliştirilmiş gen, yüzeyden bulaşan GD ürüne ait olabilir. Dolayısıyla ithal
edilen pirincin GD olup olmadığı sorusu henüz yanıtlanmamış oluyor. Bunun
üzerine savcılık, iddialara delil oluşturabilmek için, aranan korsan GD pirinç genlerini
tespit edebilecek bir analiz laboratuvarına, İTÜ-MOBGAM’a başvuruyor.
Burada bir
parantez açıp “bulaşıklık” hakkındaki tartışmalara değinmekte yarar var. 11
Nisan’dan sonra medyada “üst düzey bir ABD tarım yetkilisi” türedi ve bazı
açıklamarda bulundu. Bu açıklamalara göre pirinç ABD’de üretilmişti ve GDO
içermiyordu. Fakat daha önce GD ürünlerin taşındığı bir kargo ile taşındığı
için bulaşıklık ihtimali yüksekti. Demek ki Türkiye ya gıda ithalat
prosedürlerini gözden geçirmeliydi veya GDO’ya sıfır tolerans uygulamasından
vazgeçmeliydi.
Biyogüvenlik
sözkonusu olduğunda ABD ve Avrupa iki ayrı evrendir. GDO, ABD’de tarımsal
üretime 1990’lardan itibaren Monsanto gibi kimya şirketleri tarafından
sokulmuş, Latin Amerika ve Uzak Doğu’da büyük pazarlar yaratılmış, 2000’lerden
itibaren de Avrupa’nın kapısı çalınmıştır. Avrupa’da tüketicinin risk algısını
dikkate alan “ihtiyatlılık ilkesi” egemen olduğu için (diğer bir ifadeyle
şirketlerin egemenliği ABD’ye kıyasla sınırlı olduğu için), GDO tarımına izin
verilmemiş, gıdada ise etiketlenmek şartıyla belirli kotalar dahilinde
kullanımına izin verilmiştir. Türkiye’de GDO’ları düzenleyen 2010 tarihli 5977
sayılı Biyogüvenlik Kanunu ABD’dekini değil Avrupa’daki içtihadı takip
etmektedir. Örneğin Türkiye’de aynı kanunla oluşturulan Biyogüvenlik Kurulu’nun
izin verdiği genlerde hayvan yemi için GDO ithalatına izin verilirken gıdada
izin verilmemekte, sıfır tolerans uygulanmaktadır. (Bu arada hayvan yemindeki
GDO’nun hayvansal gıdayla insana geçtiğine dair bulgular ihmal edilmemeli).
GD gıdanın tarım
tekelleri ve ulusal-yerel gıda egemenliğini korumaya çalışan güçler arasında
sürekli bir mücadele konusu olduğu unutulmamaldır. Üretici tarım tekelleri ve ABD
gıda bürokrasisi tarafından, korsan yollardan veya yasal düzenlemeler
marifetiyle tüm dünyanın biyogüvenlik duvarları çökertilmeye çalışılmaktadır. Latin
Amerika tarımına GD soya tohumu önce de-facto
sokulmuş, yıllar sonra duruma uygun yasal düzenlemeler yapılmıştır. ABD’li
“yetkilinin” uyarısı da Türkiye’nin sıfır tolerans uygulamasına ayar vermek
şeklinde okunmalıdır.
Tabii,
Türkiye’deki seçilmişlerin aşırı bir özgüvenle, ciddi herhangi bir araştırma
sonucuna ihtiyaç duymadan keyfi açıklamalar yapmaya hakları vardır. Nasıl olsa
dünyada “yasal” GD-pirinç ticareti oldukça sınırlı. Soya ve mısır gibi GD gıda
ticaretine konu esas ürünlerle kıyaslandığında ABD’de lisanslı GD pirinç
üretimi pek az ve dolayısıyla bunun ticareti pek olası değil. O halde Tarım
Bakanı Mehdi Eker’in henüz 10 Nisan’da buyurduğu şekilde “pirinçte GDO
olmadığını” söyleyebiliriz. Hatta onun tavsiyelerine kulak verip “pilavımızı
tereyağlı pişirebiliriz”.
Ya geçmişte örneğine rastlanan korsan GD-pirinç
vakalarına ne demeli? Bunların araştırılmasına ihtiyaç yok mu? Nitekim
Greenpeace Akdeniz’in açıklamasıyla, AB’de 2006 yılında 344 yasa dışı GD pirinç
vakasının yaşanmış olduğunu öğrendik. Bu vakaların 150 tanesi ABD, 169 tanesi
ise Çin kökenli. Bu genlerden LLRICE601’in Bayer firmasına ait ABD menşeli
korsan bir tür olduğu, Bt63’ün ise Çin menşeli korsan bir tür olduğu biliniyor.
Bu türler alerjik, toksik özellikleri nedeniyle GDO’ya toleransın yüksek olduğu
ABD’de lisans alamamış. Hatta LLRICE601’in ABD pirinçine tarlada bulaşması
nedeniyle (buna kök bulaşıklığı da deniyor) Bayer çiftçilere 750 milyon dolar
tazminat ödemiş.
Mersin Cumhuriyet
Savcılığı, İTÜ-MOBGAM’ın LLRICE601 ve Bt63 pirinç genlerinin tespit edildiğini
beyan eden 22 Nisan 2013 tarihli raporuna dayanarak Mayıs’in birinci haftası TAT
bakliyat firmasıyla ilgili hazırladığı iddianameyle, ikisi firmanın sahibi ve
birisi yetkili üç kişi hakkında Biyogüvenik Kanunu’na muhalefetten 5 ila 12 yıl
hapis cezası talebiyle dava açtı. İddianame basına yansıdığı şekliyle şöyle
ayrıntılar içeriyor: Bir STA gıda analiz şirketi çalışanının 20 bin dolar
karşılığında “GDO temiz” raporu düzenlemeyi teklif ettiği; Bakanlık analizini
yapan Ulusal Gıda Referans Laboratuvarı Müdürlüğü yetkililerinin, “ellerinde
çeltik geni bulunmadığı, gen tanımlama suretiyle analiz yapma imkânları bulunmadığı
halde... aksi yönde yanıltıcı raporlar düzenlemeleri nedeniyle” yargı görevi
yapanları etkilemeye teşebbüs suçu işledikleri iddia ediliyor.
İddianamenin
ardından hikayemizde traji komik bir sayfa açıldı. İTÜ-MOBGAM raporunun yanlış
düzenlendiği İTÜ’den evvel bakan Mehdi Eker tarafından açıklanmıştı. Bakanlık
laboratuvarlarında yapılan bu tespitin ve bakanın açıklamasının ardından İTÜ rektörlüğü
raporda “usül ve deneysel kurgu hataları yapıldığını”, “sorumlu kişinin açığa
alındığını ve hakkında soruşturma başlatıldığını” 7 Mayıs’ta duyurdu. Bakanlık
ve üniversite arasında yaşanan bu rol karmaşasının ardından İTÜ, bağımsız ve
kapsamlı analiz sürecine devam etmek yerine, önce kendi bünyesinde oluşturduğu
bir komisyon yardımıyla bakanlığın tespitini doğruladı, iki hafta sonra 20
Mayıs tarihinde “kamuoyunda daha fazla yıpratılmamak” gerekçesiyle “analizden
affını talep etti”.
Yani ne oldu?
Gıda tüccarlarımız GDO’lu tonlarca gıdayı (ama bulaşık ama değil) ülkeye her
zamanki gibi sokarlarken (mevcut biyogüvenlik kanunu karşısında suç işlerken),
kıskanç “rakip” firmanın ihbarıyla (diğer bir efsaneye göre cevval bir savcı
grubunun iradesiyle) yakalandılar fakat savcılık tespit edilen GDO’nun
niteliğine ve niceliğine dair delil oluşturamadı. GDO bulaşıklığını de-facto tolere eden bakanlık,
araştırmanın daha fazla derinleştirilmemesi yönünde irade oluşturdu. Savcılığın
bilirkişilik talebine olumlu yanıt veren İTÜ-MOBGAM ciddi bir yanlışa düşerek
delil oluşturma fırsatını elinden kaçırdı. İTÜ rektörlüğü üstlendiği analizi
tamamlayıp kamuoyunu ikna eden ve kendi prestijini onaran bir sonuç üretmek
yerine bakanlığın meselenin üstünü örtmek yönündeki iradesine teslim oldu. Ve
biz henüz pirinçteki GDO’nun ne cinsini ne de miktarını biliyoruz.
Demek ki bağımsız yargı nasıl yaşamsal toplumsal bir
ihtiyaçsa, bağımsız araştırma da o kadar büyük bir toplumsal ihtiyaç. Mersin
GDO vakası gösterdi ki üniversiteler bu ihtiyacı karşılayabilmekten çok uzak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder