18 Mayıs 2010 Salı

Türkiye – Rusya Nükleer Güç Santrali Anlaşması

Hükümetin 13 Mayıs 2010 tarihinde Rusya ile yaptığı, içinde Mersin, Akkuyu’da 4800 MW kurulu gücünde bir nükleer güç santrali kurulmasını da içeren uluslararası anlaşma, Türkiye’nin enerji politikalarıyla ilgili önemli soru işaretlerini yeniden gündeme getirdi. Birkaç gün ertesinde enerji bakanı Taner Yıldız tarafından yapılan açıklamalar anlaşmanın yalnızca Akkuyu ile sınırlı kalmayacağını, toplamda 10.000 MW nükleer kurulu güce erişecek şekilde ileride Sinop’u da içerebileceğini gösteriyor.



Türkiye’yi sekiz yıldır yönetmekte olan AKP hükümetlerinin 2004’ten beri Türkiye’de nükleer güç santralleri kurmaya çalıştığı biliniyor. Türkiye’de nükleer güç santrallerinin kurulması yarım asırlık mazisi olan bir devlet projesi. Üstelik son on yıl içerisinde yapılmaya çalışılan nükleer hamlenin yalnızca hükümet tarafından değil, sivil ve askeri bürokrasi tarafından da arzulanır olduğu biliniyor.

AKP hükümetleri geçmiş yıllarda nükleer enerjinin ülkemiz açısından yararlı olduğunu vurgulamak ve anti-nükleer kamuoyunu ikna etmek amacıyla çeşitli halkla ilişkiler (propaganda) yöntemlerine başvurmuştu. Hatta bunun için Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) bünyesinde bir nükleer bilgi birimi oluşturulmuştu. TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi) Türkiye’de nükleer enerjinin önünün açmak üzere seferber edilmişti. Temel hedef özellikle, çok haklı nedenlerle kendi bölgelerinde nükleer santral kurulmasını istemeyen Sinop ve Mersin halkını ve bununla birlikte tüm ülke kamuoyunu ikna etmekti.

Bu kampanyalar esnasında işlenen temel argümanları şöyle anımsayabiliriz: (1) Büyüyen Türkiye’nin enerji talebini karşılama için nükleer güç kapasitesine ihtiyaç vardır; (2) nükleer enerji pahalı değildir, dolayısıyla kamu ortaklığı zorunlu değildir, özel şirketler tarafından yapılıp işletilebilir; (3) Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacak bir faktördür; (4) iklim değişimi ve olağan radyasyon sızıntıları gibi faktörler dikkate alındığında doğa ve çevre dostu olduğu iddia edilebilir. Bunların yanı sıra, nükleer güç santrallerinin Türkiye’nin teknolojik gelişimine katkı sunacağına, santral güvenliğinin geçmişe göre çok daha ileri bir noktada olduğuna, nükleer santral sahibi bir Türkiye’nin kendi bölgesinde çok daha güçlü bir şekilde konumlanacağına da değiniliyordu.

Yukarıdaki iddiaların hemen tümü, arkasında yılların bilgi birikimi ve deneyimini barındıran uluslararası ve ulusal anti-nükleer hareket, enerji analistleri ve kendi cephelerinde bir nevi whistleblower olarak çalışan nükleer enerji uzmanları tarafından çürütüldü. En azından, nükleer teknolojinin kalkınmak için bir zorunluluk değil, sadece bir tercih olduğu gösterildi.

Muhalif görüşleri dikkate almayan AKP hükümetleri, nükleer güç santralleri gibi son derece karmaşık ve büyük riskler içeren bir teknolojinin ülkeye getirilmesi için makul yöntem olan uygun kurumsal altyapının tesis edilmesi, yasal çerçevenin oluşturulması, ihale şartnamesinin hazırlanması ve ihale sürecinin işletilmesi aşamalarında başarısız oldu.

Nükleer güç teknolojisini başarılı bir şekilde kurup yönetecek uzman kadroların yetiştirilmesi adına TAEK ve üniversiteler bünyesinde hiçbir hazırlık yapılmadı. 2007’de çıkarılan 5710 sayılı nükleer güç santralleri yasası, bizzat nükleer fizikçiler ve enerji uzmanları tarafından özellikle kazalara ve nükleer enerjinin kronik hastalığı olarak varlığını koruyan atık yönetimine dair hiçbir madde içermediği gerekçesiyle eleştirildi [1, 2]. İhaleye katılacak firmalar için düzenlenen ölçütler kıdemli nükleer enerji uzmanları tarafından yetersiz ve muğlak bulundu [2]. On üç firmanın şartname aldığı ihaleye yalnızca bir firma (Rus-Türk şirketler grubu) katıldı ve zarf açıldığında 21 cent/kwh gibi fahiş bir fiyatla karşılaşıldı. Bu firmayla ihale şartlarına aykırı bir şekilde devam edilen pazarlıklar neticesinde fiyat 15 centlere doğru aşağı çekildi fakat Danıştay, ihale süreciyle ilgili olarak yürütmenin durdurulmasına karar verdi.

Gelinen noktada hükümetin başarısızlığa uğradığı tüm bu zorunlu süreçleri atlayarak nükleer santral meselesini bir oldu bittiye getirmek gayretinde olduğu görülmektedir. Nasıl ki Dünya Bankası–OECD kriterlerinden vize alamayan Ilısu Barajı için yurtdışından ihracat kredisi arayışını bir kenara bırakıp, ihale süreçlerini atlayarak DSİ adına doğrudan iç finansman arayışına yöneldiyse, nükleer santral için de zorunlu ve sağlıklı olan tüm iç süreçleri atlayıp işi uluslararası bir anlaşma çerçevesinde halletmeye çalışmaktadır.

Türkiye-Rusya anlaşmasının mahiyeti kamuoyuna tümüyle açıklanmamış olmakla birlikte, Rusya tarafından kurulacak ve üretimi yine Ruslar tarafından Türkiye pazarında satılacak santralin adeta Rusya’daki bir nükleer santral gibi çalışacağı, bu operasyonun Rusya’dan elektrik ithal etmekle aynı anlama geleceği iddia edilebilir. Türkiye’nin kurumsal nükleer altyapısına hizmet etmeyen bu projenin çevresel risklerinin Türkiye tarafından üstlenileceği fakat maddi faydalarının Rusya’nın hanesine yazılacağı söylenebilir.

Şu aşamada Türkiye’de nükleer güç santrallerinin varlığı /yokluğu, Türkiye’nin nükleer güç santrallerine ihtiyacı /gereksizliği vb. hakkında yeniden kategorik tartışmalara girmeden önce, hükümet oldu bittisinin bu yönleri üzerinde durmak daha doğru olacaktır.

[1] Enerji Ekonomisi Derneği, 5710 Sayılı Kanun Hakkında Basın Açıklaması.

[2] Ahmet Yüksel Özemre, Türkiye – Nükleer Enerji!, ASAM Stratejik Analiz, Ocak 2008.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder